Tendertwin ile röportaj: Demir Atan Gemi Şimdi Nereye Gidecek?
- Taylan Kurt
- 24 Tem
- 14 dakikada okunur
✍️: Arif Civalek
Farklı kıyıların seslerini taşıyan müşfik bir müzik, dünyanın başka bir köşesindeki kayıp ruh ikizinizin fısıldadığı sözler. Kendi kabuğunun içinde ama aralık bir istiridyeden sızan melodiler… Bilge Nur Yılmaz, sahne adıyla Tendertwin, Amerika’da başladığı müzik yolculuğuna İngiltere’de devam ediyor. Geçtiğimiz yıl ilk EP’si Ship Argo’yu yayınladı. Pandemide keşfedip dinlemeye başladığımız Bilge, ilk kez konser verdiği Ankara’da peş peşe iki gün sahnedeydi. 21 Haziran’da Angora Evleri’nde Sofar Ankara’ya konuk olurken 22 Haziran’da ise Tenedos’daydı. Bilge’yle Tenedos konseri öncesi serin bir Ankara akşamında sohbet ettik. Menajeri Yaren ve adını andığımız sırada tatlı bir tesadüf olarak Chamber of Reflection şarkısı çalmaya başlayan Mac DeMarco da bize eşlik etti.

Masamızda bir de 1987 tarihli bir National Geographic sayısı vardı. Bilge, henüz yayınlanmamış yeni şarkısı Endülüs’ün ilham kaynağı olan fotoğrafı derginin bir başka sayısında görmüş. Röportajdan önce Ankara sahaflarında bulduğu derginin Kaş’taki bir gemi enkazı hakkındaki dosyasını inceledikten sonra konserde Tendertwin’in Sessiz Gemi yorumunu da dinledik. Sohbetimiz esnasında gerçek Aspava’nın hangisi olduğu hâlâ gizemini korurken konserden zihnimize çapa atan düşünceler ve sorularla ayrıldık. Bir de kendisinin aktardığı şu T. S. Eliot dizeleriyle: “Keşfetmekten vazgeçmeyeceğiz ve tüm keşiflerimizin sonu başladığımız yere varmak ve orayı ilk kez tanımak olacak.”
Şimdi dilerseniz sorduğumuz sorulara ve Bilge’nin düşüncelerine kulak verip kendisini tanıyalım.
Bu keyifli sohbet için Bilge’ye ve deşifre aşamasında bize yardımcı olan stajyerimiz Duru Baykan’a çok teşekkür ederiz.
Müzik limanına demir atan geminin yolculuğu
İstanbul, Bodrum, Kocaeli, Philadelphia, Londra… Farklı şehirlere ve ülkelere uğrayan bu yolculuktan ve müzikle kurduğun ilişkiden bahsedebilir misin biraz? Müzik bu süreçte tutunduğun bir şey miydi yoksa müziğin peşinden mi farklı duraklara uğradın?
Bilge: Sanırım tutunduğum ilk şey müzik oldu ama bunu o sırada pek fark etmemiştim. Ne olduğunun ayrımına ancak şimdi varabiliyorum. O dönem, okul gibi belli bir amaçla bir yerde bulunmadığım ilk zamanlarımdı. Yani Londra’da olmayı kendim seçmiştim ve beni orada tutan şey sadece kendi çabam ve isteğimdi. Dolayısıyla anca şimdi, “Ben bu kararları niye aldım?” ve “O yolculukta neler yaptım?” diye biraz analiz etmeye başlıyorum.
Hatta bunu birkaç kere sahnede de anlattım… “Ship Argo”yu ve o EP’nin temasını düşünürken, neden o başlığa bu kadar çekildiğimi de anlamaya başladım. Yunan mitolojisinde, daha doğrusu Akdeniz mitolojisinde "Jason ve Argonotlar" diye bir mit vardır. Hikâye Ege Denizi civarında geçer ve o geminin, yani Argo’nun, kendine has güçleri, büyüleri olduğu, denize çıkan ilk gemi olduğu söylenir. Kendi yolculuğumun da aslında bu tarz hikâyelere benzediğini fark ettim. Hani Odysseia’da, İlyada’da olur ya; genellikle erkek bir karakter bir maceraya atılır, kendini ve yeni idealleri keşfe çıkar, bu sırada da bir sürü anı biriktirir.
Ben de bir noktada, “Bu ana karakteri aslında nasıl kadın yapabiliriz?” diye düşündüm. Çünkü bu şekilde anlatılan çok hikâye yok. Kadın, genelde hep o bekleyen rolde oluyor; Penelope gibi, Dido gibi... Ya da Artemis misali sadece yardım eden bir yan karakter. Çoğunlukla da ya ihanete uğrayan, ya aldatılan ya da ‘histerik’ diye yaftalanan figür oluyor. Neyse, konuyu bambaşka bir yere bağladım ama tüm bunlar Ship Argo’nun metaforlarından birine çıkıyor aslında: demir atmak. Hani İngilizcedeki ‘anchor’. Çünkü gittiğim her yerde tutunabildiğim tek şey oydu. O aidiyetsizliği hissettiğimde anlam kurmama yardımcı olan tek materyal, tek metot müzikti. Yani kısaca cevap vermek gerekirse, evet, bence ilki.
Aslında şimdi Ship Argo’dan da bahsederken belirli bir çerçeve çizdin ve oradan ele aldığından bahsettin. Aynı zamanda politika okumuşsun. Nasıl karar verdin? Müzik ve politika eğitiminin sana nasıl bir etkisi oldu?
Bilge: Evet, bunu insanlara söyleyince akıllarına ilk olarak direkt protest müzik geliyor, “politik müzik” falan… Ama ben aslında o ikisini hep ayrı tuttum galiba.
Şöyle ki, Amerika’ya giderken başta biraz daha naif, daha büyük ümitlerle yola çıkmıştım. Hani, “Politika okuyup belki bir şeyleri değiştiririm, en azından daha iyi anlarım” gibi düşüncelerim vardı. Ama işin açıkçası, anladıkça politikadan biraz soğudum ve müziğe daha da sarıldım. Çünkü politika beni daha realist bir insan yaparken, müzik onun panzehiri gibi oldu. Müzikte “Ne kadar mitolojik, ne kadar duygusal ve savunmasız olabilirim?” diye sorabiliyordum. Bunlar, politikada pek bulunan, bulunsa bile kazanan değerler değil. Sanırım politika okumak, işte o dengeyi kurmama yardım etti.
Şu an yüksek lisansa İngiltere’de mi devam ediyorsun?
Bilge: Master'ımı da İngiltere'de yaptım, bitti. Oxford'da bir sene boyunca kompozisyon ve ses üzerine müzik çalıştım. Bunun sebebi de, Amerika’daki lisans eğitimim sırasında bir seneliğine değişim programıyla İngiltere'ye gelmiş olmamdı.
O değişim senemde, her ne kadar ana konum politika olsa da Londra'nın müzik sahnesi bana inanılmaz iyi geldi; Amerika’dan çok daha canlıydı. Orası daha küçük, daha kendi içine kapalı, lokal bir yerdi. Bu yüzden Londra'ya kesinlikle dönmem gerektiğini anladım. Orada bir sürü müzisyenle tanışmış, bir çevre edinmiştim.
“Peki, nasıl dönebilirim?” diye düşünürken, malum, öğrenci vizesi gerekiyordu. Zaten o noktada artık politikaya devam etmek istemediğimi de fark etmiştim galiba. Hal böyle olunca, "Bu sefer sadece müzik yapayım" diyerek buradaki okullara başvurdum. Master için geldim ve bittiğinde de Londra'ya yerleştim.

“Bu gemi şimdi nereye gidecek? Yoksa demir mi attı?” Limanlar ve istasyonlar arasında kendini arayan melodiler
Şarkılarında bağlanma, aidiyet ve kendiliğe dair sorgulamalar görüyoruz. Yerini arayan birini dinliyoruz aslında. Daha önceki röportajlarında da her an her yerde birisi olmanın zorluğundan bahsedip “kendimizden çıkıp dışarıya taşabilsek” diyorsun. Yine biri olmaya çalışmanın zorluğunu hatırlatan bir örnek olarak sonbaharda kaldırıma dökülen yaprakların çöp gibi süpürülmesini garipsediğinden bahsediyorsun. Son EP’in Ship Argo’ya gelmek istiyorum. Şehirler, kıyılar arası bu göçebelik halini ve denizle olan ilişkini doğrudan bir metafor olarak kullandığını görüyoruz. Ship Argo’nun müzikal yolculuğundaki yeri nedir?
Bilge: Ne güzel bir soru.
Uzun bir soru oldu ama (Gülüşmeler).
Bilge: Biraz düşüneyim... Enteresan bir soru, çünkü yeni albümü yazarken tam da bunu düşünüyorum: Bu gemi şimdi nereye gidecek? Yoksa demir mi attı?
Ship Argo, kayıt süreci olarak çok hızlı yapılsa da yazımı yıllar sürdüğü için çok memnun olduğum bir EP. Şarkılar uçakta, trende, iPhone notlarında, günlüklerde biriken ufak tefek fikirlerden toplandı. Arada bir notlarımı temizliyorum, benim bahar temizliği aktivitem bu. Ama çok duygusal bir şeye dönüşebiliyor; bir ‘rabbit hole’ gibi, girdin mi çıkamıyorsun. Mesela 2018'den kalma bir not buluyorum, içinde Ship Argo'daki bir şarkının sözü var. Ama ben onu oradan bilinçli olarak almamışım. O fikir bir noktada orada yazılmış, sonra başka bir zaman başka bir yerde tekrar belirmiş… Bu süreç çok enteresan.
Benim için şarkı yazmak terapi gibi, biraz da gizemli bir şey. Çünkü bazen bir şeyi yazarken ne anlama geldiğini bilmiyorsun, anlamı bir-iki sene sonra ortaya çıkıyor. Hani birilerinin ‘self-fulfilling prophecy’ (kendi kendini gerçekleştiren kehanet) dediği şeye dönüşüyor sanki.
Yani Ship Argo şu an salınan, sallanan bir durumda. O aidiyet arayışı bitecek bir şey değil zaten, devam edecek gibi duruyor. Belki bir sonraki işler, ‘biri olma’ halini daha farklı biçimlerde nasıl keşfedebiliriz, ona odaklanır. Çünkü hayatımda en azından şu an o kadar fazla durak ya da liman yok.
Even Keel oyunlu bir şarkı. Bir yanda sözcük oyunları var çünkü sözlük anlamı sakin ve durağan ama aynı zamanda bir gemicilik terimi. Diğer yandan da albümün en duygu yoğun şarkısı diyebilirim ve sanki yarıda bitiyor, kesiliyor. Yine bir bağlanma-bağlanamama, yerini arama hali. Şarkı bizi içine alıp sonra aniden bir boşluğa bırakıyor. Bir kopuş yaşanıyor ve hemen arkasından gelen şarkıda albüm bambaşka bir tonla kapanıyor. Kardeş-kuzen şarkı diyebileceğimiz Uneven Keel var bir de tabii… Biraz bu iki şarkı arasındaki bağlantıdan ve London Bridge canlı kaydından bahsedebilir misin? Nasıl gelişti olaylar?
Bilge: Tabii... Bunu da şöyle koyalım, bugün buldum çünkü. Bu arada bu Türkiye'deymiş, alırken bilmiyordum. Neyse, çok heyecanlıyım.

Bilge, Even Keel’den bahsederken Ankara’da sahafta bulduğu Aralık 1987 tarihli National Geographic dergisini çıkarıyor. Bu sayıdaki dosya, Kaş’taki bir gemi enkazı üstüne. Dosyanın adı da Oldest Known Shipwreck.
“Even Keel” benim albümden en sevdiğim şarkılardan biri ama çoğu zaman konserlerde canlı çalamadığım bir şarkı. Çünkü her yerde klavye, piyano bulamıyorum. Kelime oyunlarını böyle denk getirmek de enteresan oluyor. Mesela birkaç hafta önce... biliyor musunuz, New York Times'ın Wordle diye bir app'i var, Scrabble gibi bir şey. Ben pek kullanmıyorum ama herkes oynuyor. Orada bir 'günün kelimesi' oluyor ve bütün dünya o kelimeyi bulmaya çalışıyor. İşte geçenlerde günün kelimesi ‘bilge’ idi.
Yani benim ismim ‘Bilge’... ve bu kelimenin İngilizcede de bir anlamı var; geminin alt kısmı demek. Hani ‘bilge water’ derler ya, o geminin zeminine dolan sudur. Bu kadar çok gemicilik referansının üst üste gelmesi de enteresan oldu.
Şarkının kendisine gelirsek, "Uneven Keel" Londra’da, London Bridge istasyonunda doğdu. Orada eski bir kilise orgu var; hani havaalanlarına falan piyano koyarlar ya, onun gibi, herkes çalsın diye bırakmışlar. Ben de eve dönerken hep London Bridge’den geçmek zorundayım, trene oradan biniyorum. Tren yarım saatte bir falan olduğu için kaçırırsam beklemem gerekiyor. İşte o beklerken hep, gece ya da sabah, gidip orada bir şeyler çalıyordum. Akustiği de çok güzel çıkıyordu. Gelen geçen dinliyor, bir de hep böyle kemer (arch) gibi bir şeyin altında olduğu için doğal bir ekosu var. Sürekli gelen geçen insanların ve tren anonslarının seslerini duyuyorsunuz.
Ben sese çok ilgili biriyim, nasıl diyeyim... o ‘ambiance’ olayına, ses kaydına, daha doğrusu ses dokusuna... İşte orada öyle çala çala ‘Even Keel’i çalmaya başladım. Bir gün, "Aslında bunun akorları kendi başına, vokal olmadan da güzel duyuluyor" diye düşündüm. Sonra bir gün Zoom recorder ile oraya gittim. Yanımda çok bir şey de götürmedim, o sadelik hoşuma gidiyor. Çünkü şarkı kaydetmek bazen çok çetrefilli bir şeye dönüşebiliyor ve o süreç, kimi zaman şarkının özünü de silebiliyor. Çok fazla işlemden geçiyor, çok prodüksiyona giriyor, falan filan... Böyle daha olduğu gibi koyup kaydetmek, ne bileyim... Hani aklıma şey geldi, kim çıkarmıştı, Mac DeMarco muydu, yüzlerce demo yayınlamıştı, telefonundaki bütün şarkıları koymuştu. Biraz öyle bir his.
Yaren: Derken Mac DeMarco çalıyor (Gülüşmeler).
Bilge: Nasıl oldu bu? Ürperdim (Gülüşmeler) Neyse, evet, sevgiler Mac DeMarco’ya.
Aynen öyle, biraz daha tesadüfi, daha rahat olsun diye olduğu gibi koyup kaydettim. “Uneven Keel” de o şekilde ortaya çıktı yani. Kaydederken özellikle mükemmel veya çok güzel çalmaya çalışmadım; o an içimden nasıl geliyorsa öyle, biraz da emprovizasyon katarak çaldım.
O zaman sadece kendi başına yaptığın bir kayıttı.
Bilge: Yok yani, onun dışında mix-mastering’ini bir arkadaşım yaptı tabii. Ama amaç, o ‘an’da, orada olma hissini korumaktı. Biraz öyle olsun istedim, aynen.

“Nostaljiyle ilgili enteresan bir takıntım var. ”Fotoğraf albümleri ve CD kutuları arasındaki anılar
Şarkılarında dikkat çeken temalardan birisi de gençlik. Ancak kimi zaman sanki arkanda bıraktığın bir zaman diliminden bahseder gibi ele alıyorsun gençliği. Geçmişle, çocuklukla, gençlikle olan ilişkin nasıl? Müziğini nasıl etkilediğini düşünüyorsun?
Bilge: (Gülüşmeler) Evet, tam bir terapi seansı... Ya şey... Galiba nostaljiyle ilgili enteresan bir takıntım var. Hani bir anı, daha anın içindeyken bile romantize etme hâli... Bu biraz sıkıntılı bir durum aslında ama o an yaşanırken bile “Bu anı ileride nasıl hatırlayacağım?” diye düşündüğümü fark ediyorum.
O yüzden o geçmişe dönük olma hâli, belki de şundan ötürüdür: Çocukken çok taşındık. İstanbul'da doğdum, sonra yine İstanbul içinde çok ev değiştirdik. Sekiz yaşındayken Bodrum'a gittik. Ondan sonra ben tekrar İstanbul'a, sonra Gebze'ye gittim... Yani kafamda sabit bir 'yer' anısı yok. Dolayısıyla anılarım hep böyle farklı farklı yerlerden, ufak ufak parçalar hâlinde. Kafam daha çok bir fotoğraf albümü gibi çalışıyor. Bu durum da bir şeyleri olduğundan daha iyi hatırlamayı ya da romantize etmeyi beraberinde getiriyor. Sanırım bu, gençken yapması daha kolay bir şey.
Mesela bunu yeni bir şarkıda düşünüyorum... Bilmiyorum bunu metne koyar mısınız ama, çünkü daha çok yeni bir şarkı ve bu akşam ilk defa çalacağım. O şarkıyı düşünürken aklıma şu geliyordu: Sanki yaşlı bir insanın geçmişi hatırlayışını anlatıyor gibi. İlhamı da odamdaki bir National Geographic dergisinden aldım. Orada Endülüs'te (Andalusia) zeytin toplayan kadınların fotoğrafları vardı. ‘Bu insanlar yaşlanınca o anları nasıl hatırlayacaklar acaba?’ diye düşündüm. Çünkü o fotoğraf karesi inanılmaz güzel duruyor ama o an orada olmak gerçekte nasıldı, bilmiyorum.
Sanırım yaşlılık, henüz deneyimlemediğimiz bir şey olduğu için ona karşı özel bir merakım var. Belki de gençliği bu kadar romantize ederek o hissi ‘replike etmeye’, yani kopyalamaya çalışıyorumdur. Bilmiyorum, doğru bir cevap oldu mu ama... Enteresan, evet, güzel bir soruydu.
Yaren: Bu bahsettiğin şeyi Six Feet Under’ı hatırlattı. Claire fotoğraf çekiyor. Arkasında ölmüş abisi var ve şey diyor, “You have taken the picture of it but it’s already gone.”
Bilge: Evet, evet... Ve özellikle şu anda bu nasıl oluyor, onu da merak ediyorum. Yani, şimdi nasıl anı yaratıyoruz? Telefonumda 25.000 fotoğraf var ama çoğuna geri dönüp bakmıyoruz bile. O anı gerçekten ‘hatırlamak’ gibi bir şey kalmadı, bence hafızamız da bu yüzden bayağı zayıfladı. Mesela ben bu sabah ne yaptığımızı hatırlayamıyorum, telefona bakıp “Ha, evet, şu fotoğrafları çekmiştik” demem gerekiyor.
Hazır geçmişten bahsetmişken… Babanın bağlama çaldığından bahsediyorsun bir röportajda. Müziğin olduğu bir evde mi büyüdün? Müziğe ilgin nasıl başladı? Örneğin yine aynı röportajda 12 yaşında Taylor Swift hayranı olduğunu söylüyorsun. Neler dinlerdin?
Bilge: Evet, evet, çok karışık... Ben de evde ne dönüyordu, onu biraz da VHS kasetlerden öğreniyorum. Babam bağlama çalar, ablam da Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği söylerdi; evde beraber çalıp söylerlerdi. İşte 'Yeşil Ördek' gibi, Muş türküleri gibi... Babam Bayburtlu olduğu için daha çok o tarafın, Doğu'nun türkülerini söylerlerdi.
Çocukken o anların ne kadar önemli olduğunu fark etmiyorsun tabii. Şimdi, özellikle bu kültürden uzakta yaşayınca, o zamanların aslında ne kadar özel olduğunu anlıyorum. Burada yaşıyorken bu çok anlaşılmıyor çünkü sanki sana verilmiş, hep orada olacakmış gibi geliyor. Ama şu anda onlara ciddi bir dönüş yaşıyorum. İşte makam müziğine falan tekrar girmemin sebebi de bu.
Eskiden de çalarlardı ama o zamanlar bana pek bir şey ifade etmezdi. Hani evde çalıyorlar işte, diye düşünürdüm. Hatta fasıla falan gittiğimizde bazen bunalırdım. Çünkü şarkılar çok üzgün, çok ağır gelirdi. Ama şimdi düşünüyorum da, belki bu ağırlık bizim coğrafyamızda var. Böyle varoluşsal bir hüzün... Acaba kökleri ‘nomad’lığa mı dayanıyor? Yani çok uzun süre yerleşik hayata geçememiş olmamıza? Çünkü Türkiye'ye yerleşmemiz de aslında çok yeni bir durum. Irk olarak çok eskiyiz ama buraya yerleşmiş bir halk olarak genciz. Belki de ondandır... Evet, sen mi bahsetmiştin, böyle ‘ancestral’ bir şeylerden...
Yaren: Evet, hiçbir yere ait hissedememizin sebebi köklerden gelebilir. Bırakmışsın ve hani burayı da bırakmak o kadar da zor gelmiyor.
Bilge: Evet neyse, ne diyordum... Ha, fasıl. Ama şimdi o karanlığı biraz daha kucaklamaya çalışıyorum diyelim.
Evde başka ne çalardı? Eski, büyük bir müzik setimiz ve bir sürü CD'miz vardı. Klasik müzik mesela... İşte Rus besteciler... Stravinsky, Çaykovski, Prokofiev gibi isimler. O babamın koleksiyonuydu galiba. Ama mesela bazı arkadaşlarımın ailelerinde olduğu gibi Rolling Stones, Beatles, Pink Floyd falan yoktu bizde. Onlara hep özenirdim. Ben o tarz müziklerle büyümedim, onları ancak 17-18 yaşlarımda kendim keşfettim. Bizim evde, arabada, tatilde pop radyoda ne çalıyorsa o vardı: Britney Spears'lar falan...
Ama sonra bir tane ‘Brits 2005’ CD’si vardı evde. Kimin olduğunu bilmiyorum, ya abimin ya ablamın... Onlar okulda falan oluyorlardı, evde böyle sahibi belirsiz bir sürü obje olurdu ya, o hesap. Neyse, bu Brits 2005'i bir koydum: Robbie Williams, Justin Timberlake, Coldplay, Britney Spears, Scissor Sisters... Ama benim için asıl olayı değiştiren kısım ikinci CD'deydi. Bir de CD'yi koyunca şarkıların isimleri yazmıyor müzik setinde, sadece ‘Track 18’ falan yazıyor. Ben de kitapçığından bakıyorum bu hangisi diye... Muse, 'Sing for Absolution'.
O şarkı her çaldığında bana nasıl dokunuyordu anlatamam. 9-10 yaşlarındayım ve ağlayasım geliyor. Ne anlattığını bile bilmiyorum. Şu anda bile o şarkıyı dinleyince çok fena olurum. O benim dinlediğim ilk Muse şarkısıydı. Yıllar sonra, 13-14 yaşlarındayken, Twilight filminde 'Supermassive Black Hole' çalınca Muse'u tekrar keşfettim. O şarkıyı da inanılmaz sevmiştim. Sonra bir baktım, ‘A, bu aynı grupmuş!’ diye... Ondan sonra da büyük bir Muse dönemim başladı. Hâlâ en sevdiğim gruplardan biridir.
Onun dışında işte pop, Disney... Taylor Swift, YouTube... Böyle görsel ve işitsel, ortaya karışık bir dönemdi. Taylor Swift'in yeri ayrı, çünkü bence bizim yaş grubumuz için –14, 15, 16 yaşları için– çok önemliydi. Şu anki kariyeri, konumu daha farklı belki ama bence çok iyi bir şarkı yazarı. O yaşlarda gitarda çalmaya çalıştığım ilk parçalar da Taylor Swift şarkıları falandı.
(Gülüşmeler) 2010'larda artık biraz şey... ne bileyim, Rihanna'lar, Lady Gaga'lar falan başlıyordu ama o zamanları pek hatırlamıyorum. Sonra liseyi hatırlıyorum. Lisede tabii çok daha güzel bir müzik zevki başlıyor; daha böyle indie, alternatif... Ama çocukluğu sorduğun için o zamanları söyledim.
Aynen, yoksa en gurur duymadığım dönem galiba o 13-15 yaş arası. Tam bir de Bodrum'dayken... Çalan her şey kulüp müziği yani. Alexandra Stan falan çalıyor, anladın mı? Popüler olan da o. Çok kötü bir dönemdi. Onu hiç konuşmayalım. (Gülüşmeler)
Farklı kıyılardaki konserlere uğrayan sessiz gemi
Müzik yapmayla olan ilişkini de daha kendi başına kuruyorsun gibi. Evde bir şeyler çalıp kaydetmek. Ama gördüğüm kadarıyla birçok kursa ve topluluğa da dahil oluyorsun. Mesela Roundhouse Music Collective. Farklı kişilerden yeni yöntemler ve düşünceler edinmeyi de kovalıyorsun. Bu anlamda müzikle nasıl bir ilişkin var? Daha bireysel bir yaratım mı yoksa kolektif bir üretimin parçası mı?
Bilge: İkisi de. Yani dediğin doğru, bence şarkıların çıkış noktası bayağı bireysel. Çünkü kullandığım materyal çok kişisel, duygusal ve hassas oluyor. Aslında o konuda biraz daha iyi olmak istiyorum. Müzikal kısımları insanlarla birlikte yazmak daha iyi olabiliyor ve genelde o konuda daha iyiyim. Ama sözler ve şarkının ana strüktürü genelde bende başlıyor.
Ama ben tam bir ‘extroverted introvert’ olduğum için her şeyi tek başıma yapmaktan keyif almıyorum, yapamam da zaten. Özellikle Londra gibi bir yerde yaşarken kendime soruyorum: ‘Niye buradayım?’. Bunun bir sebebi olmalı. Yoksa tabii ki tek başına üretenlere de çok saygı duyuyorum. Hani imreniyorum bile. Bir insan kendi apartmanından, ne bileyim, Iowa’nın bir köşesinden de harika müzik yapabilir ve bunu yapanlar var. Ama ben çok uzun yıllar korodaydım. O yüzden benim için birlikte müzik yapmanın getirdiği zevk her zaman çok farklı oldu.
Londra’da olmanın da hakkını vermek, oradaki insanlarla birlikte bir şeyler yapmak istiyorum. Enstrüman çalan insanların zihinlerinden çıkanları birleştirmek, beraber emprovizasyon yapmak... O tarz şeylerden de maksimum düzeyde faydalanmaya çalışıyorum.
bantmag için İstanbul, Amerika, İngiltere üçgeninde beğendiğin konser mekanlarını listelemişsin. Canlı izlediğin konserlerden unutamadıkların hangileri?
Bilge: Çok iyi bir soru. Andrew Bird.
Onu iki yıl önce izlemiştim, bir de bu yıl. İki yıl önceki konser en güzeliydi. Shepherd's Bush'ta, daha küçük bir mekândaydı sanırım. Geçen sene de Royal Albert Hall'de izledim. Orada daha caz bir set çaldı. Performans olarak yine çok iyiydi ama repertuvar olarak bir önceki konserini daha çok sevmiştim.
İnanılmaz bir saatti... Bilmiyorum, dinliyor musunuz? Eğer dinlemiyorsanız, bu çok heyecanlı bir durum. Çünkü dinlemeye başladığınızda size bambaşka bir kapı açılacak. Bence canlı performansı en iyi anlayan insanlardan biri. Çünkü hiç planlı değil. Hani bazen bir konser izlersin, her şey çok güzel çalınır ama biraz mekanik bir şovdur. O daha çok bir müzikal izlemek gibi. Elbette onların da iyi yanları var, özellikle global bir tur yapıyorsan mantıklı. Ama Andrew Bird'ü izlerken, müzik sanki o an sahnede yeniden yaratılıyor gibi hissediyorsun. O grupla olan dinamiği, müziğin akışkanlığı, birbirlerine olan uyumları, müziğin gerçekten ‘içinde’ olmaları...
Bir de The Killers var. Onları da O2 Arena’da izledim ve bu kadar etkileneceğimi hiç düşünmemiştim. Normalde arena konserlerini pek sevmem, çünkü biraz daha soğuk ve samimiyetsiz olabiliyor. Fakat The Killers'ı ilk defa izleyecektim ve çok uzun zamandır görmek istiyordum, tam bir çocukluk hayali gibiydi. Gittiğimde bu kadar beğeneceğimi gerçekten beklemiyordum. Bir de konsere tek başıma gitmiştim, orada tek başıma bağırıyorum, ağlıyorum falan... Işıkları, performansları... Onlar da tam anlamıyla ‘showmanship’ yapıyorlar sahnede.
Bir de bir şey daha var: Laura Marling. Onu bu sene izledim. Zaten onu her izlediğimde paldır küldür ağlıyorum. Bu sefer Hackney Church'te, bir kilisede çaldı. Çoğunlukla soloydu ama zaten inanılmaz bir sahne enerjisi var. Çok basit ama bir o kadar da etkili bir konserdi.
Peki Türkiye, Amerika ve İngiltere’de müzik yapan birisi olarak yine bu üçlü içinde çalmayı en çok sevdiğin yerler neresi?
Bilge: Aslında son çaldığım konserlerden biri tam da öyleydi. İngiltere'de, Aldeburgh diye bir yerde çaldık. Ülkenin kuzeybatısında, denizin kenarında ufak bir şehirde, bir festivalin parçasıydı.
Orada bir vakıf gibi bir organizasyon, eski, taş bir binayı konser alanına çevirmiş. Denizden yürüyerek beş dakika falan sürüyor. Ben orayı çok seviyorum. Oradayken, Bodrum'u bilen Türk bir arkadaşım, “Burası Bodrum'a ne kadar çok benziyor” dedi. Gerçekten de öyle galiba. Tam bir Bodrum-Gümüşlük havası var: çok sanatsal bir yer, deniz kenarı, her şey sakin, kendine ait ufak bir müzik sahnesi var... Oradayken her şey yolundaymış gibi hissediyorsun.
O yüzden benim için çok özel bir konserdi. Geçen hafta, yani birkaç hafta önceydi.
Can Güngör’le çaldığın konserden mi bahsediyorsun?
Bilge: Yok, o değil... Bahsettiğim konser 13 Haziran’daydı. Can Güngör’le olan beş gün sonraydı. O da bu arada çok tatlı bir konserdi, evet.

Ve biraz da Ankara…
Sahnede söylemeyi sevdiğin şarkılar var mı? Geçtiğimiz günlerdeki konser stroylerinden gördüğüm kadarıyla Sessiz Gemi’yi yorumlamışsın. Türkçe sözlü besteler yapma niyetin var mı?
Bilge: Onu bu akşam da çalacağım. Sürpriz (Gülüşmeler). O konserde ilk defa Türkçe bir cover çaldım. Normalde arada bir cover çalarım ama Türkçe ilk defa oldu.
Türkçe şarkı yazma gibi bir niyetim henüz yok. Tabii, ilham gelirse ‘Yok, ben Türkçe yazmam’ demem. Ama genelde ‘İngilizce yazacağım’ diye oturmuyorum masaya; hayatım daha çok İngilizce endeksli olduğu için doğal olarak öyle çıkıyor. Bir de belki Türkçe yazma konusunda kendime o kadar güvenmiyorum; yazdığımda kendimi o kadar dürüst ya da içten hissetmiyorum.
Ama ‘Sessiz Gemi’yi çok seviyorum, o inanılmaz bir şarkı. Özellikle de bu röportajda konuştuğumuz bütün temalara uyduğu için seçtim. Hem yazla ilgili, hem aidiyetsizlikle, hem o bahsettiğimiz içgüdüsel sıkıntılarla, hem de gemilerle... Hepsiyle bağlantılı bir şarkı. O yüzden evet, onu çalmaya devam edeceğim gibi duruyor. O konserde ilk defa çaldım, bu akşam da ikinci kez çalacağım. Bakalım nasıl olacak… Ama belki şöyle şeyler olabilir, o konuda heyecanlanıyorum: ‘Bilingual’ (iki dilli) yazabilirim. İngilizce bir şarkının içinde Türkçe bir bölüm gibi... Öyle bir şeyler çıkabilir belki.
Albümdeki ilk şarkı Always Moving’te bir Türkçe kısım var.
Bilge: Evet, aynı sözün Türkçe çevirisi. Hatta Tuğçe’nin (Tuğçe Yapıcı) sesi o.
Sormak istediğin, eklemek istediğin birşey var mı?
Yaren: Ankara’yı ne kadar sevdiğinden bahset.
Bilge: (Gülüşmeler) Evet, Ankara'yı sevdim bu arada. Bu seferki gelişimde hepsinden daha çok sevdim. Mitski’nin bir dönem Ankara'da yaşadığını biliyor musunuz? Şu an değil ama önceden yaşamış. Annesi babası diplomat olduğu için galiba. Birçok yerde yaşamış, Türkiye'de de liseye gitmiş.
Genelde Joe Strummer’dan bahsedilir hep. Onun da benzer bir hikâyesi var. “Joe Strummer was born in Ankara.”
Bilge: Şaka bir yana, Ankara’nın gerçekten öyle bir havası var. Dün Angora Evleri’ndeydik. Taksici bizi getirirken şey dedi, “Burada hep büyük insanlar oturur, Deniz Baykal falan…” Sonra Yaren de dedi ki, “Mitski kesin burada yaşamıştır!” (Gülüşmeler)
Bu bizim Mitski'yle ikinci kesişmemiz bu arada. Çünkü Philadelphia'dayken de ailesinin evi benim gittiğim okula çok yakındı. Hatta bizim okulda müthiş bir konser vermişti.
Ha, bir de şimdi Mitski çalsa ne güzel olur… (Gülüşmeler)
Yaren: O da çalarsa artık korkmaya başlayabiliriz (Gülüşmeler)
Çok teşekkür ederiz sohbet için.
Bilge: Ben teşekkür ederim güzel sorularınız için. Hakikaten çok tatlı bir röportaj oldu.



Yorumlar