Müzik dünyasında öyle figürler vardır ki; onlarla oturup sakince, uzun uzun sohbet etmek isteriz. Çünkü hayatımıza yön veren seslerin ardını teknik ya da entelektüel anlamda dolduran dokunuşların, onlara ait olduğunu biliriz. Bıraktıkları intiba bir rock yıldızı olmaktan öte ailemizin büyük kuzeni oldukları yönündedir. “Kahramanlarınızla tanışmayın!” derler ama onlara karşı çok daha olgun ve yapıcı bir kökten kaynaklanan hislerimizin karşılıksız kalmayacağını, bize her zaman büyük bir tevazu ve anlayışla karşılık vereceklerini de biliriz. Geçtiğimiz günlerde, kendisini senelerdir tam da bu bağlamda heyecanla takip ettiğimiz; kıymetli bir müzisyenle tanıştık. Dışarıda kışın kol gezdiği bir Ankara akşamında, Can Güngör’le sohbet etme fırsatı yakaladık.
Güngör, on dört şarkılık akustik konser albümü Canlı Akustik'i 11 Ekim’de yayınladı. Ardından, albümde kendisine eşlik eden Ezgi Daloğlu (saksofon, flüt ve vokal) ve Kerem Can Dündar’la (elektrik gitar) üç günlük bir mini Anadolu turnesine çıktı. 24 Kasım’da Ankara’da Tosca Art Design’daydı. Şahane bir konserin hemen öncesinde kendisinin solo kariyerine, prodüktörlüğüne, son albümü Canlı Akustik’e, gelecek planlarına, şu sıralar müzik dışında neler yaptığına ve Büyük Ev Ablukada serüvenine dair sorularmızı cevapladı.
Keyifli okumalar!
İstediği zaman görünür, suyun altındayken de her şeyin farkında!
Çok yönlü, çok yetenekli, bu işin akademik eğitimini de almış bir müzik insanısınız. Şimdiye kadar farklı türlerden müzik yapan isimlerle çalıştınız. Müzik türleri arasındaki sınırların çizgileri epey inceldi ama nihayetinde bir çizgi var. Bu durum sizi teknik olarak zorlamıyordur elbette ama farklı tarzlarda müzik üretmek sizi nasıl etkiliyor, sizde nasıl bir his bırakıyor?
Bilmem, benim hoşuma giden bir şey aslında. Bir dinleyici olarak da farklı janr’ları dinleyebiliyorum. Hatta şöyle bir örnek vereyim: Bugün, Radyo Bilkent’te konuk olduğum programda da konuştuk; “guilty pleasure” olarak Sabrina Carpenter’ın Espresso’suna bayılıyorum. Yazın defalarca dinlemişimdir (Gülüşmeler). Janr’larla alakalı belli bir sınırım yok. Sadece, bir derdi olan, derdini anlatma derdi olan müziklerle kendimi kuşatmaya çalıştım. Şansım da bu zamana kadar yaver gitti. Mabel Matiz’den Büyük Ev Ablukada’ya kadar kendi derdi olan, söyleyecek sözü olan insanlarla müzik yaptım. Kimi daha kitlesel, kimi daha bireysel, kimi de daha alternatifti. Hep böyle hikâyelerine inandığım insanlarla yolum kesişti. Bu kesişimlerde de hiçbir ayrım gözetmedim; “müzik müziktir” mottosuyla yaklaştım.
Bir yandan prodüktörlük kariyeriniz devam ediyor, bir yandan da Göksel, Ceylan Ertem, Mabel Matiz, Teoman gibi isimlerin orkestralarında yer aldınız. Şu sıralar da Büyük Ev Ablukada’nın bir üyesisiniz. Tüm bunların yanında bir de “Can Güngör” kariyeri devam ediyor. Affınıza sığınarak; solo kariyerinizi bir denizaltına benzetmek de mümkün. İstediği zaman görünür oluyor, suyun altında olduğu zamanlarda da yukarıdaki her şeyin farkında. Başından beri böyle mi planlamıştınız?
Denizaltı analojisi çok hoşuma gitti, bunu kullanacağım (Gülüşmeler). Aslında ben bir şey planlamadım. Şarkı yazıyordum sadece. O sıralar, bir arkadaşımın bitirme projesi olarak şarkı kaydetmesi gerekiyordu. Benim de dört-beş tane şarkım vardı hazırda. Arkadaşımı tavladım ve şarkıları kaydettik. Sonra da “Bu kayıtlar albüme mi dönse acaba?” dedim. Kısacası, benim solo kariyerim tasarlanmış bir şey değil. Ben sadece şarkılar yazıyordum ve bunları kayıt altına alıp güzel bir albüm sahibi olmak istiyordum. Hatta konser yapmayı bile düşünmüyordum. Tamam, şarkılar albüm hâline geldi ama sonra bir baktım ki, bu işin başka tarafları da varmış. Aslında çok anksiyetik biriyim, sahnede korkarım, heyecanlanırım. İlk zamanlarda konsere çıkarken titrerdim. Fakat, hayat beni yavaş yavaş böyle bir noktaya getirdi. Aslında, çok da tasarlanmadan başlayan bu yolculuk şimdiye kadar üç albüm çıkarmış durumda. Artık, solo kariyerimi daha da büyütmek istediğim bir hâldeyim. Büyük Ev Ablukada’nın bir üyesiyim zaten, orada davul çalıyorum. Prodüktörlük yaptığım ve ağırlıklı olarak kendi şarkılarımı yaptığım bir hayat tasarlamaya çalışıyorum kendime.
2017-2020 arası hiç konser vermediğiniz bir dönem var. Pandemiden önce kendinizi izole etmişsiniz aslında. Böyle görünür olmak istemediğiniz zamanlarda takipçilerinizden gelen “Konser yok mu?”, “Yeni albüm ne zaman?”, “Şarkı gelmeyecek mi?” gibi soruları nasıl karşılıyordunuz?
O kadar da rağbet olduğunu düşünmüyorum o zamanlar ya da ben öyle hissediyordum. Takipçi sayım da görece azdı bence. Yani öyle bir baskı hissetmedim. Benim derdim o zamanlarda da bir albüm yapmaktı. İlk albümden biraz daha farklı, daha büyük bir albüm istiyordum. Bir orkestrasyonu olan yaylısı, nefeslisi... Sular Dar öyle bir arzunun ürünüdür. O bahsettiğiniz dönemde ben “Sular Dar” albümünün peşindeydim.
Aralık 2016’da Yalnız Ölmek çıktı. O, beklemediğim büyüklükte bir yere gitti. Ben de biraz onun yakaladığı rüzgârı protesto eder gibi konser yapmayı durdurdum. O sıralar grubumda çalan iki arkadaşım ayrılmıştı. Ben de grup toplamaya çalışacağıma aklımdaki albüme çalışmaya karar verdim. Uzun süreceğini biliyordum ama üç yıl süreceğini de tahmin etmemiştim açıkçası. Kendimi biraz “Sular Dar” için kapattım. Mutfak insanı olmaktan kelli, o zamanlar konser yapmamayı pek dert etmedim. Şimdi geriye dönüp bakınca biraz saçma geliyor. Hatta bir kariyer intiharı gibi geliyor. “Yalnız Ölmek” gibi bir “hit” çıkarmışsın, şarkı çok dinlenmiş, bir başarı yakalamış. Rüzgârı arkama alıp kariyerimi çok büyütmek varken Teselli diye garip bir şarkı çıkardım. Hayır, şarkıya bayılıyorum ama profesyonel olarak baktığında, bir kariyer inşası için öyle bir şeyi yapmamak gerekiyor. O zamanlar kafam öyle çalışmıyordu, aslında hâlâ da öyle çalışmıyor. Güzel şarkılar yapıp paylaşmak istiyorum sadece ama pastayı biraz daha büyütmek arzum var. Son dönemde böyle bir tutkum oluştu.
Canlı Akustik’in hikâyesi
Tam da buradan hareketle, biraz da Canlı Akustik’ten bahsetmek hiç fena olmaz. 2024 yılında, her şeyin belli formüllere bağlandığı ve her şeyin belli kalıplara oturduğu bir dönemde, bir akustik konseri kaydedip albüm hâline getirmek hem sıra dışı hem de takdir edilesi bir durum. Şimdilerde, en bilindik grupların bile setlisti çok zor değişir halde. Herkes bir yola tutunuyor ve o tutunduğu yolda ilerleyebildiği kadar ilerliyor gibi geliyor bize.
“Canlı Akustik” fikri nasıl ortaya çıktı?
Bu fikir aslında Ezgi’yle (Ezgi Daloğlu) ve Kerem’le (Kerem Can Dündar) yaptığımız üç kişilik akustik formundan filizlenen bir şey. Biz provalarda bir şarkıyı ele alıp ona akustik düzenlemeler yapıyorduk, bunları yaparken de telefonlarımıza falan kaydediyorduk. Sonra kayıtları dinlediğimizde de çok hoşumuza gidiyordu. Böylelikle akustik hâlimizi bütünüyle kaydetme fikri oluştu kafamızda. Sonra Kadıköy’deki Bina’dan bir konser teklifi geldi. Akustik setimizi Kadıköy’de kaydetmek, kaydı organize etmek kolay olur diye düşündük ve o konseri kaydetmeye karar verdik. Yaklaşık bir buçuk-iki yıldır bu akustik formda çalıyorduk zaten, özgüvenimiz de yerindeydi.
Albümün benim için bir önemli tarafı da daha önce yayınlamadığım iki adet şarkıyı, Sevda Buymuş'u ve Saydım Yerimde’yi içeriyor olması. Konser kaydı olduğu için iki şarkıya dair “Öyle mi olsun, böyle mi olsun?” diye düşünecek fırsatım olmadı. Kendimden hiç beklemediğim bir şeydi bu, değiştiğimin farkına varmış oldum ben de.
Ezgi Hanım ve Kerem Bey’le nereden tanışıyorsunuz?
Çok yetenekli bir davulcu olan arkadaşım Mehmet Ali Şimayli önermişti bana Kerem’i. Ezgi’yi de pandemide Instagram’dan keşfetmiştim. Transkriptler yapıyordu, onların videolarını yayınlıyordu, çok beğenerek izliyordum ben de. O zamanlarda onu aklıma yazmıştım. Grubu toplarken Ezgi’ye yazdım; O da sağ olsun biliyormuş seviyormuş daha öncesinden beni. Üçümüz bir anda kırlarda koşuyormuş gibi bir hisle müzik yapmaya başladık. 2020’nin Eylül’ünde yaptık ilk konseri, beşinci yılımızın içindeyiz.
Melankoli ve kent ozanlığı üstüne
Önceki bir röportajınızda Ortaçgil’in üzerinizdeki etkisinden bahsetmiştiniz. Buna binaen, cevaplaması zor bir soru olabilir ama kendinizi bir “kent ozanı” olarak tanımlar mısınız ya da kendinizi o geleneğe ait hissediyor musunuz? Bu zamanlarda bir “Kent Ozanları” albümü yapılsa albümde Can Güngör’ü görmek hiç şaşırtmazdı; hatta çok da şık olurdu. İstanbullusunuz, orada yaşıyorsunuz, şehrin bir etkisi vardır muhtemelen üzerinizde.
“Kent ozanı” deyince akla ne geliyor pek emin değilim açıkçası. Şehir dışında da bir hayat kalmadı ki artık. O yüzden “kent ozanı” kavramını pek hissedemiyorum. O zamanlar ilk defa Ortaçgil için kullanıldığını duymuştum. Duyunca da “Hayrolsun.” falan demiştim. Kentli dertlerini anlatmak... Benim için nihayetinde yol insan olmaya çıkıyor ve insanlar da bu aralar şehirlerde yaşıyor çoğunlukla, kırlarda yaşamıyorlar (Gülüşmeler).
Şarkılarınızda genellikle bir melankoli hissediliyor. Bu soru eminiz çok soruluyordur: Bu duygu durumu sizin için bir yük mü; yoksa bir ilham kaynağı ya da bir çıkış noktası mı? Melankoli üzerinden dinleyicilerinizle duygudaşlığı daha rahat kurduğunuzu düşünüyor musunuz?
Ben kendimi melankolik olduğum anlarda deşmeye başlıyorum. Hayata karşı ilhamım öyle anlarda geliyor. Her şeyin yolunda gittiği zamanlarda “Ne güzel yaşayıp gidiyoruz işte.” diyorum içimden ve çok az şey karalıyorum. Bir şeyler istediğim gibi gitmediğinde oturup düşünüyorum neyi neden yaşadığımı. Öyle sorgulamalardan sonra ortaya çıkıyor şarkılar. Böyle ağırbaşlı, melankolik, “moody” müzikleri ve şarkı sözlerini daha çok severim zaten. Tüm bu etkenler birleşince de benden genellikle böyle şarkılar çıkıyor. Eskiden, “Dinleyenleri üzüyor muyum acaba?” diye sorgulamalarım oluyordu ama benim içimden de bu geliyor. Ne yapayım, böyle rahatlıyorum, kendime iyi gelen şey bu.
Can Güngör’le bir gün, bundan sonrası ve Gam Cincır
Prodüktör Can Güngör’den bahsettik, sahnedeki Can Güngör’den bahsettik. En başında da belirttiğimiz üzere çok yönlü, çok yetenekli, çok kapsamlı bir müzisyensiniz fakat müzik dışında Can Güngör nasıl biri? Sıradan bir gününüz nasıl geçer? Ya da şöyle soralım gitarı hiç elinize almadığınız bir gün oluyor mu?
Hiç gitar çalmadığım günlerim oluyor. Aslında, evde olmayı çok seviyorum. Yakın zamanlardan bahsedeyim biraz; canım bir anda “South Park” çekti, şu an kız arkadaşımla deli gibi “South Park” izliyoruz. Bir de son üç yıldır Youtube’da fazlasıyla zaman harcıyorum. Harika içerikler var, kanallar var. Edinebildiğim kadar bilgi edinmeye çalışıyorum, merak ettiğim bir sürü konuda fikir sahibi oluyorum. Ama düşününce, müziği çıkarınca da geriye çok az şey kalıyor. Çok sosyal bir insan da değilim. Boşsam, bir işim yoksa kesin evdeyimdir. Kedilerim, kız arkadaşım, diziler, filmler... Arada sırada da oyun oynuyorum. Diablo’yu bitirdim mesela geçenlerde.
Solo kariyerinize dair bundan sonrası için planlarınız neler?
“Canlı Akustik” albümündeki iki yeni şarkı sayesinde yeni şarkı yayınlama heyecanımı birazcık yatıştırmış oldum. Arada yeni şarkılar yazıyorum tabii ama onlarla pek ilgilenme fırsatım olmadı açıkçası.
Son iki yılda üç albüm yaptım aslında: Büyük Ev Ablukada’nın Defansif Dizayn’ı, Antoní’nin Holding Tight Lightly’si ve Batuhan Polat’ın albümü... Bu arada, Batuhan Polat’ı şimdiye kadar dinlemediyseniz çok tavsiye ederim, süper bir kent ozanı (Gülüşmeler). Çok iyi şarkıları var gerçekten.
Tüm bunların arasında kendi şarkılarıma pek vakit ayıramıyordum, artık o zamanı yaratmaya çalışıyorum. Çok da arayı açmadan bir EP yayınlamak istiyorum. EP’nin repertuvarına karar verebilirsem eğer, onun içinden tekliler de çıkarmayı düşünüyorum. Bir sonraki yayınlayacağım şarkı, EP ya da albüm iki yıl sonra olmayacak umarım. Bu konuda kendimi gaza getiriyorum. Güzel şarkılar çıkıyor ortaya ve onları paylaşmayı çok istiyorum.
Biraz da “Gam Cincır”dan bahsedelim (Gülüşmeler).
Yangın Akvaryum’un prodüktörü olduğunuzu öğrenince çok heyecanlanmıştık. Sonra Büyük Ev Ablukada’nın davulcusu da olduğunuzu öğrenince heyecanımız ikiye katlandı. Büyük Ev Ablukada’ya katılımınız nasıl oldu? Defansif Dizayn’ın kayıt süreçleri nasıldı?
Onlar kayıtlara birkaç yıl önce başlamışlar zaten. Pandemi araya girince pek yan yana gelememişler ve işler biraz karışmış. Bartu beni aradığında “Bir sürü şey kaydedildi ama kayıtları bir toparlamak lazım.” demişti. Ben kayıtlara bir baktım ve yapılması gereken bir sürü iş olduğunu ve her şeyi yeniden kaydetmemiz gerektiğini fark ettim. Öncelikle birbirini çok seven bir arkadaş grubuyuz. Zaten benim ilk albümüm de onların Olmadı Kaçarız adlı plak şirketinden çıkmıştı. Zamanında, Eskişehir’de kalması gerektiği bir dönem Bartu, Silik Düşler’i keşfedip sürekli dinlediğini yazmıştı bana.
Ben yaptıkları müziği, ilham verici hallerini çok seviyordum zaten. Hep bir muhabbetimiz vardı. Albümle alakalı bir çıkmaz yaşadıkları zamanlarda bir gün Bartu, Gülin’i eve bırakırken “Can Güngör yaa, evet O’nu arayalım!” demiş vahiy gelmiş gibi. Ben de, birbirimizi iyi hissedip hissedemediğimizi, anlaşıp anlaşamadığımızı daha iyi anlayabilmek için “Önce bir şarkı kaydedelim sonrasına bakarız.” dedim. Neyse ki Yangın Akvaryum’da her şey iyi gitti. Sonra da süreç zaten albüme evrildi. Tam bu sıralarda da grupta bir davulcu ihtiyacı oluştu. Cembir (Cem Yılmazer) “Bir davulcu bakayım mı yoksa çalacak mısın?” diyerek beni köşeye sıkıştırdı (Gülüşmeler). Tabii kabul ettim ben de. Zaten albüm kaydederken davulu başkasının çalması fikri bana çok zor geliyordu. Daha kırk olmadım ama kendimle Kırk yaşında bir gruba dâhil oldum, diye dalga geçiyorum. İnsanlar yirmi yaşına gelmeden yapıyorlar bunu (Gülüşmeler).
Comments