top of page

Gerçek Dorman’la röportaj“Dünyada kaç tane köy varsa o kadar da farklı ritim var aslında”

EV’e Dönüş Festivali 28 Eylül’de gerçekleştirildi. Hem gündüz hem de gece etkinliklerinde festivalin öne çıkan isimleri arasında Gerçek Dorman yer alıyordu. Eğer Ankara’daysanız, davul ve prodüksiyon öğrenmeye çalışıyorsanız onun ismini duymamanız neredeyse imkânsız. Kendisinin davul öğrenme metodu D52, bu yola baş koyanlar için bir başucu kitabı. O, Ankaralı müzikseverlerin Gerçek Hoca’sı…

Festival öncesinde kendisiyle keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Sohbetimizin odağında yine Ankara vardı. Gerçek Hoca’nın ritim tutkusunun kökenlerine indik. 90’lı ve 2000’li yıllarda Ankara’daki müzik yolculuğuna ve Berklee günlerine uzandık. Söz konusu müzik olduğunda dışına taşan o büyük coşku karşısında çok etkilendik. 


Ritim meselesini ne zaman kavramsallaştırmaya başladınız? Bu konudaki ilginizi ne zaman fark ettiniz? Bunun yanında bu konuda ailenizin rolü nasıldı?

Aslında tam bir memur ailesinde büyüdüm. Annem öğretmen, babam da subay. Anne baba ayrı, ben annemle Ankara’da büyüdüm. Tamamen Ankaralı bir aile diyebiliriz anne tarafına. Hatta ben Kale’de büyüdüm, Ankara’nın göbeğinde.

Ritim hikâyesi çok küçük yaşlardan süregeliyor aslında. Annem babamdan ayrıldıktan sonra okulunu tamamlamak için Kırşehir’e gidiyor. Annemin Kırşehir’de bir arkadaşı vardı, Kemal Abi. Kasetçilerin olduğu zamanlar. Kemal Abi hem kasetçi hem de müzisyen. Bizim apartmanın altındaydı kasetçisi. Ben de sürekli oradaydım. Bu sayede, bir davulun başına oturmam 6-7 yaşlarıma denk geliyor. Ondan sonra da ne bulursam vurmaya başladım. Şu an kırk iki yaşındayım. 1996’da 12 yaşındayken resmi olarak ilk davul dersimi aldım ama 1990’dan beri, yani bırak davulu bagetin bile bulunamadığı zamanlardan beri ne bulursam çalıyorum.

Annemin ilk görev ataması Ankara’ya oldu. Kale’de bir eve taşındık. İlkokul zamanlarımda her sabah kalkıp çocuk hayalperestliğiyle bana uzaylıların bıraktığı bir kutu arıyordum. Artık hangi filmden etkilendiysem, büyük ihtimalle Indiana Jones’tan etkilenmişimdir. Evin her yerinde parlak kutular arıyordum. Bir gün, sahnede aydınlanma geldi. Önümde bir sürü parlak kutu vardı aslında ve ben onları çalıyordum. Aslında uzaylılar bana o kutuları bırakmışlar (gülüşmeler).

Davulculuk serüvenim daha uzun tabii, yirmi altı yıllık. Son on yıldır prodüksiyonla da uğraşıyorum. 1996 yılında, Ankara rock müziğin de başkentiyken, çok ciddi gruplar vardı. Gruplar hem cover yapıyordu hem de kendi bestelerini çalıyordu. Metropolis, Whatsapp… Süleyman Abiler bir taraftan, Gürbüz Abiler bir taraftan… Ben de ilk davul dersimi Metropolis’in davulcusu Egemen Ünal’dan aldım.

Stüdyoda mı alıyordunuz dersleri?

Evet, evet Fiero’da… Ankara’nın en önemli stüdyolarından biridir. Ama unutmuş olmayayım, asıl ilk davul hocam, Milli Piyango Anadolu Lisesi’nden Coşkun Kanlıkoyak’tır. O da şu an Mojo Town’la çalıyor. O benim üst dönemimdi, bana resmi olarak ilk bagetleri veren ve davulu gösteren kendisidir. O zaman ondan rica etmiştim. Beni stüdyoya götürdü, davul nedir anlatmaya başladı. Hatta ilk rock albümlerimi de bana veren odur. Jon Bon Jovi, Tico Tores… Kitap gibidir rock müzik için. Onu çalıyorsan rock müziği anlamışsın demektir.

İşte böyle başladık davul hikayesinde, hayatım boyunca da bir yerlere vurdum (gülüşmeler).

Aslında biraz bahsettiniz. Lise yıllarında başlıyorsunuz resmi olarak müzik serüvenine. O zaman nasıl bir ortamın içindeydiniz, yanınızda kimler vardı? Bir de, o zamanın Ankara’sını biraz daha tasvir edebilir misiniz? Çünkü biz 1992 doğumluyuz bizim büyüdüğümüz Ankara ile sizin büyüdüğünüz Ankara arasında hem sosyal hem de müzikal olarak çok büyük bir fark var aslında.

1990’larda ortaokulda, lisede olduğumuz için öyle barlara, mekânlara falan giremezdik ama gündüz partileri olurdu. O partilerde daha çok elektronik müzik çalınırdı. Bir sürü de kulüp vardı Ankara’da. Twenty, Tutties, Clup So ve Pulse 8 vardı. Şimdi öyle çok kulüp yok Ankara’da. O kulüpler gençler için gündüz partileri düzenlerdi. Şimdi pek yasal şeyler değil tabii ama o zamanlar lisedeyken içki içebiliyorduk rahatça.

Elektronik müzik anlamında da Ankara çok iyiydi. İstanbullu grupları konser alanlarında dinlerdik. Sinema salonlarında konserler olurdu. Ufuk Önen’in Ankara Rocks belgesinde de geçer hatta bu. 1999 yılında on sekiz oldum ve tabii gidebildiğim mekân sayısı arttı. Gölge, Limon, Manhattan… Öyle çok rock bar yoktu ama Sakarya Caddesi rock müziğin ana merkezi gibiydi. Çok ciddi gruplar gelirdi, Duman gelirdi örneğin. Biz o zamanlar Pearl Jam dinlerdik Duman’dan. Daha fazla cover yaparlardı, daha rahatlardı. Yaşıtlarımızdan Manga vardı, Çilekeş vardı, TNK vardı. Etraf inanılmaz bir durumdaydı. Herkes birbiriyle paylaşım hâlindeydi. Bir sürü grup kurulurdu. Bütün liselerin müzisyenleri birbirini tanırdı. Genellikle de Kızılay’da buluşurduk. İşte Hayri vardı ve bütün müzikal kariyerimizi o belirledi neredeyse (gülüşmeler). Çünkü biz onun bulup getirdiği kasetleri dinlerdik. Bütün rock kültürümüzü neredeyse Hayri oluşturdu bizim. Davul notasyonlarını da o getirirdi.

Ankara’ya geldikçe İstanbul’u bilirdik aslında, İstanbullu gruplar burada konser verdikçe. Dediğim gibi her şey Sakarya Caddesi’nde oluyor gibiydi aslında. Türküyle de orada tanıştık mesela. Sakarya Caddesi’nden hiç çıkmazdık. Hatta o kadar oralıydım ki, bana mekân sahipleri zaten 7/24 buradasın bari iki üç tane bardak getirip götür de çalışmış olursun demişlerdi, Bardak diye bir mekanda çalıştığımı hatırlıyorum (gülüşmeler).

Alternatif müzik genelde Limon’da olurdu; Gölge Bar biraz daha rock ağırlıklıydı. Manhattan’da da Ankara’nın en iyi grupları çıkardı o  zamanlar. Manhattan’da çalmak bir ayrıcalıktı. Ben de 1999-2000 yıllarında Limon’da çalmaya başladım.

 Hangi gruplarda çaldınız?

Redhouse diye bir grubumuz vardı. En çok onlarla çaldık. Blues ve rock ağırlıklı bir gruptu. Üniversitedeydik o zamanlar ama lise konserleri veriyorduk. Liselerde çok acayip bütçelerle çok acayip konserler olurdu. Bir süre de devam etti o durum.

2010’lara kadar devam etti aslında. Biz de yakaladık birazını.

Tabii tabii, o bütçeler çoğu yerde yok artık. Line up’lar inanılmazdı. Biz de oralardaydık. ODTÜ bizim için çok önemliydi tabii. ODTÜ şenlikleri, alternatif sahnesi… Oralarda da çok çaldık çeşitli gruplarla. Ondan sonra rock ağırlıklı olan Büyük Birader’i kurduk; Bora Biçer, Ulaş Tercan’la birlikte. Bu tabii, on dört sene önceye falan denk geliyor. Büyük Birader hala devam ediyor ama ben içinde yer almıyorum. Onlarla beraber on sene çaldık. Beraber yapıp yayınladığımız on beş şarkımız vardır muhtemelen.

Pek rock bar da kalmadı Ankara’da. İşte sadece Black var. Süleyman Bağcıoğlu devam ediyor orada. Gürbüz Abi’yi de çok erken kaybettik.

Şimdiye kadar ağırlıklı olarak rock müzikten, blues’dan ve alternatif müzikten bahsettik. Fakat yakın dönemdeki şarkılarınızı dinleyince, örneğin The Falling, çok daha farklı ve olgun bir yerden duyuluyor. Müzik türleri arasında nasıl bir geçiş yaşadınız? Bugün yaptığınız müzikte, bahsettiğiniz dönemde dinlediğiniz müziklerin etkisi nedir?

Açıkçası müziğe dair anlattığım her şeyin etkisi var. Davulcuyum ama biraz da kendi altyapılarım üzerine çalmak istiyorum. Bu, beraberinde bir arayışı getiriyor. Sonra da bu arayış beni elektronik müzikle, daha doğrusu bilgisayar müziğiyle tanıştırıyor. Tabii belirtmem gerekir, Radiohead ve Thom Yorke benim için çok önemlidir. Radiohead’den sonra “Aaa böyle bir dünya varmış!” dedim ve iş benim için biraz değişti. Genelde dinlediğim grupların çoğunda synthesizer var. Pink Floyd da bu grupların içinde. Pink Floyd benim için en özel gruptur. Sonra da The Doors gelir, Led Zeppelin gelir. Tüm bunlar, davulculuk daha doğrusu müzisyenlik yolculuğumda, kendi altyapılarımı ve kendi şarkılarımı yapmaya itti. İşin içine daha fazla girdim. Bir davulcuyu düşündüğümüzde, müzikal anlamda armoniden en uzak olan kişi. Davulu ayıklayıp dinlediğimizde bir ritim dinliyoruz aslında. Davul dinlemek için müzik ve armoniden uzaklaşıyoruz. Yeniden armoniyle uğraşmak, o tarafta da ilerlemeye çalışmak benim için önemli bir mücadele alanı oldu.

Bunun yanında, 2010 ya da 2012 yılında Berklee Üniversitesi online bir davul eğitim programı açtı. Eğitime katılmaya karar verdim. Eğitimlerde de şöyle bir şey oldu; ben iş çok ciddiye aldım, ödevlere özendim. Ödevlerde ne istedilerse ben beş katını ortaya koydum. Ödevleri kaydederken mikrofonlama yapmaya başladım, bu sayede onu da öğrendim. Mikrofonlamayı çözüp ödevleri de çok iyi yapınca, beni ABD’ye çağırdılar. Ben de koştur koştur gittim New York’a. Orada yeni özel dersler, yeni eğitim programları derken Boston’a da gittim. Sonuç olarak ABD hem benim davulculuğuma bir şeyler kattı hem de müzikal olarak yeni yollar açtı. Döndüğümde hem bir davulculuk kitabı yazdım hem de prodüksiyona ve müzik teknolojilerine doğru yönelmeye başladım.

Sonuç olarak, yaptığım müziğe bakınca bence buram buram rock, Pink Floyd ve The Doors var. Rock kültürü, olduğu gibi içime işlemiş diyebiliriz yani. Hala protest bence elektronik müzik. Hızlı tüketimle içi boşaltılmış gibi ama çıkış noktası hiç öyle değil. 1980’ler ABD’sinde bir direnişin müziği aslında house müzik. Müziğin içine fikir koymayı bana rock müzik öğretti. Kendi müziğimin içine de olabildiğince kendi fikirlerimi koymaya çalışıyorum.

Ritmin karmaşık bir tarihselliği var aslında. Hele bu topraklarda Doğu ile Batı arasında çok daha hakiki bir geçişkenlik, denge var. Siz hem bu topraklarda davulculuğa başlayıp kendini var etmiş hem de Berklee Üniversitesi’nde bunun üzerine eğitim almış birisiniz. Siz bu dengenin neresindesiniz? Bir soru da şu, iki tarafa da bakınca, davul eğitimine olan ilgi bugün ne durumda sizce?

Davul oldukça Amerikalı bir enstrüman. Davulu onlar icat etti. Özellikle caz müzikle gelişen bir enstrüman. Bu konu hakkında bir şey anlatmam lazım, tüm cevap orada ortaya çıkacak aslında.

Burada, anlatmış olduğum gruplarla çalıyordum. Fena da çalmadığımı düşünüyordum. Hatta Berklee’nin online eğitimine devam ederken “Zaten ben çok iyi çalıyorum da, Berklee’den de bir sertifikam olsun.” diyordum. Sonra bir baktım, geceleri sabaha kadar davul egzersizleri çalışıyorum. ABD’ye gittiğimde de davul yeteneklerimi sergilerken kimse dönüp bakmıyordu bile. Bu biraz şeye benziyor, Türkiye’ye gelip bağlama çalan birine bakıp “Ah canım yaa, Türk kültürüyle ilgileniyor.” deriz ya, tam olarak onlar da bana öyle yaklaşıyorlardı. Bu nedenle ne kadar iyi çalsam da onları büyüleyemedim. Fakat, bunun üstesinden gelmek için akıl yürütüp darbuka götürdüm yanımda. O zamanlar perküsyon çalıyordum bir de. Davul+perküsyonu aynı anda çalmaya falan çalışıyordum. Darbukayla birlikte davul çaldığımı görünce birden yaptığım işe dikkat kesilmeye başladılar. Hatta videoya çekmeye başladılar ben çalarken. O zaman anladım ki onlar “Davul bize, buralara ait bir enstruman. Ne kadar iyi çalarsan çal, çok da merak uyandırmıyor. Sende neler var, sen bize ne öğretebilirsin? Senin kültüründe neler var?”  anlayışıyla yaklaşıyorlar olaya. Buradan hareketle şu söylenebilir, kendi müziğini, kendi topraklarında ne olduğunu bilmeden global bir müzisyen olamazsın, başka milletlerden insanları heyecanlandıramazsın. Ritim konusuyla da doğrudan ilişkili bu konu.

Şunu söylemek mümkün, dünyada kaç tane köy varsa o kadar da farklı ritim var aslında. Gerçekten öyle, Afrika’da da böyle, Türkiye’de de böyle, Avrupa’da da böyle, Amerika’da da böyle. Bu topraklarda da çok önemli ritim insanları var. Örneğin, Burak Gürpınar hayranı olduğum bir insandı, şimdi arkadaşım da oldu. Okay Temiz, Burhan Öçal, Mısılı Ahmet, Turgut Alp Bekoğlu, Ediz Hafızoğlu, Burak Gürpınar, Volkan Öktem… Hepsiyle tanışma, hepsine teşekkür etme fırsatı da buldum ayrıca. Türkiye’de bu iş çok ciddiye alınıyor, ilgilisi çok fazla. Benim kitabım D52, 12. baskıya girdi. Geçenlerde biri  “Koskoca bir nesil yetiştirdin, farkında mısın?” diye yazmış bana. Tarifi mümkün olmayan bir his tabii bu. D52 artık benden de çıktı, davulcuların kullandığı bir metot oldu. Bu çok lezzetli bir durum benim için. Ancak, bu konuda bir eleştirim de olacak. Türkiye’de davul ve rock müzik akademiye girmiş değil. Günümüzdeki rock müzik hâlâ akademi üzerinden değil de; özel dersler, kurslar sayesinde ortaya çıkıyor diye düşünüyorum. Elektronik müzikte de durum böyle.

Size bakınca şöyle bir figür beliriyor: yapımcı, ses tasarımcısı, davulcu, perküsyonist, müzik eğitimcisi, besteci, performans sanatçısı… Birçok şapkayı aynı anda taşıyorsunuz. Tüm konuştuklarımızı da düşünürsek, şu an nasıl hissediyorsunuz ve geleceğe nasıl bakıyorsunuz?

Aslında hem sevindiğim hem üzüldüğüm bir durum var: Gerçek Dorman Live Projesi kırk iki yaşımda oldu. Bu canlı performanslarım keşke daha önce olsaydı diye düşünüyorum. Bir taraftan da, sizin saydığınız bütün meziyetlerim kırk iki yaşında tamamlandı ve bir bütünü oluşturdu demek ki. Bu nedenle çok mutluyum. Bütün özelliklerim harika bir biçimde karışmış vaziyette ve daha da iyiye gideceğini düşünüyorum. İçinde yer aldığım bir sürü proje hayata geçiyor. Ben de git gide daha sanatsal, daha kendi istediğim gibi işler yapmak istiyorum. Dokunabildiğim her müzik fikriyle beraber olmak istiyorum. Yalnızca biraz vakit problemim var ama heyecanı çok yüksek olan biriyimdir, onu da öyle hallediyorum şimdilik.

コメント


bottom of page