top of page

Kahpe bu düzende, yaşamak mı ölmek mi zor?

İster seçim gündemiyle ister genel bir ruh hâli ile ilişkilendirin, koca bir sıkışmışlık içindeyiz. Evde, sokakta biriken büyük bir enerji var. In My Mind, geçtiğimiz hafta yayınladığı yeni teklisi “Haram” ile tam da bu sıkışmışlığa dokunuyor. Büyük bir duygu boşalmasının fitilini yakıyor.

İlk adımlarını 2020 yılında Mehmet Serdar ve Özgür Kanadıkırık'ın attığı, referanslarını A Perfect Circle, Deftones, Korn gibi gruplardan alan bir alternatif rock/metal grubu In My Mind. 2023’te Burak Gürpınar ve Murat Çopur’un da dâhil oluşuyla –kendi tabirleriyle– bir yıkım ekibine dönüşen grubun hikâyesini merak ettik. Last Penny’de buluştuk. Gruba, müziğe ve Ankara’ya dair söyleştik.

Fotoğraf: In My Mind

(Soldan Sağa): Özgür Kanadıkırık, Burak Gürpınar, Mehmet Serdar, Murat Çopur


Bu buluşmayı “Haram”ın yayınlanmasından yaklaşık bir hafta önce gerçekleştirdik. Şarkıyı dinlediğimiz an, söyleşide oluşan beklentilerimizin fazlasıyla karşılandığını söylememiz gerek. Yaklaşık bir haftadır çalma listelerimizin ilk sırasında yer alıyor “Haram”. Öte yandan, İstanbul’da olmasından ötürü Burak Gürpınar maalesef bizimle olamadı. Fakat gönderdiği o naif video mesaj ve gruba olan etkisiyle sohbetimizin her anında bizimleydi.

Kayıp on yıl ve pandemi dönemi

not the news: In My Mind’ın 2020 yılında kurulduğunu, bugüne kadar 3 tekli yayınladığını ve an itibarıyla iki kişiden dört kişilik bir ekibe dönüştüğünüzü biliyoruz. Hikâyenizi bir de sizden dinlemek isteriz.

Mehmet Serdar (MS): Özgür ile yaklaşık 2009-2010’dan bu yana tanışıyoruz. O zamanlar benim bir grubum vardı. Metal core yapıyorduk. Özgür oraya bir featuring için gelmişti. Orada tanışmıştık. Ama sonra konuşmaya devam ettik. Nasıl oldu tam hatırlamıyorum ama…

Özgür Kanadıkırık (ÖK): Baya uyuştuk orda, evet.

MS: Sohbete devam ettik. Ondan sonra ben o gruptan –o grubu da ben kurmuştum– birtakım sebeplerle ayrıldım. Bıraktım yani bir dönem orada. Sonra Özgür ile konuşunca “Hillvalley” adında dört şarkılık bir EP yayınladık o zamanlar. Ondan sonra ben tamamen müziğe küstüm, bıraktım.

ÖK: Ben de bıraktım aynı dönem.

not the news: On yıllık bir boşluk var. O dönemde neler yaptınız?

MS: İşte hayat… Ben o arada beş sene falan işsizdim. İş bulamayınca iyice darlandım…

ÖK: Türkiye’de genç olmak!

MS: Baya kötü bir zamandı benim için. İntiharın eşiğine kadar geldim. Çünkü iş bulamıyorsun. Yapacak hiçbir şey yok. Neyse sonra bir şekilde iş buldum ama iş de sana istediğin şeyi vermiyor. Çalıştığın insanların kalitesi ve aldığı eğitim ile sen bir olmayınca bir şeyler olmuyor ve aşırı darlanmaya başlıyorsun. Ben havaalanında çalışıyordum ve hiçbir şekilde sosyal hayatım yoktu. Sıfır! Kafayı yemek üzereydim ve dedim ki ben müziğe geri dönmeliyim. Ondan sonra yavaş yavaş akustik gitarımı elime aldım, evde bir şeyler çalmaya başladım. Videolar çekip kendi sayfama koydum.

Sonra, bu arada da Instagram’dan Özgür ile de takipleşiyoruz. Ben bir şeyler paylaşıyorum, Özgür beğeniyor. O bir şeyler paylaşıyor, ben beğeniyorum. Aslında o da kopmamış müzikten. Sonra dedim hani bir acaba şansımı denesem mi? Yapsak mı bir daha falan… Sonra bir gün Özgür’e mesaj attım, dedim hala şarkı söylüyor musun? Bir şeyler yapsak mı? O da sağ olsun kırmadı. Tabii, ben de bunu bekliyordum zaten, dedi.

ÖK: Zamanlama olarak o kadar güzel uydu ki… Tam benim de yeter ya 10 sene geçti, artık şu sesimi bi kullanmak istiyorum, yine beste yapalım bir şeyler yapalım dediğim bir dönemdi. Fakat tek başımayım tabii. O sırada böyle hakikaten ilahi bir mesaj gibi Mehmet böyle yazdı. Küslük yoktu aramızda ama işte o hayat koşturmacasında hiçbir şekilde böyle bir muhabbetimiz yoktu o ana kadar. Hem sohbetimiz hem tekrar ona kavuşmak keyifliydi. Biz bir şeyler yapacağız kesin, diye hissettik o an ikimiz de. Zaten Mehmet aslında o dönem yapmış bile çoktan şarkıları. Enstrümantal çalışmalarmış.

not the news: Ondan sonra süreç nasıl ilerledi? Bir araya gelip mi çaldınız. Yoksa ayrı ayrı kayıtlar alıp birbirinize mi gönderdiniz?

MS: Evde kendimiz ayrı ayrı takılmak zorunda kaldık, çünkü sokağa çıkma yasağı vardı :) Ondan sonra yasak falan kalkınca tabii bir araya gelip çalıştığımız zamanlar da oldu. Ama ilk tekrardan bir şey yapmaya çalıştığımızda hiç denemediğimiz bir şey denemek istedik. Bir akustik şarkı (The Girl With All The Gifts) yaptık işte. Onun alternatif versiyonlarını yayınladık. Bir bakalım bunu deneyelim dedik yani olur mu olmaz mı diye… Aslında amaç tamamen akustik çalmaktı yani.

ÖK: Evet. Proje tamamen öyle başladı. Hani biraz da sesi ön plana çıkaralım, duyguyu verelim… Ama rahat duramadık tabii sonrasında :)

MS: İkimiz bir araya gelince çünkü olmuyor. (Gülüşmeler)

not the news: Sosyal medya üzerinden bakarsak 2021’de bir boşluk var sanki.

MS: Aslında boşluk yok. Başka bir proje var o arada.

ÖK: O dönem grubumuza dahil olan davulcu arkadaşımız ile “Rikordis” isminde bir projemiz vardı. In My Mind adını kullanmayalım istedik. Çünkü Ahmet Kaya’nın “Nereden Bileceksiniz” şarkısını cover’lamıştık. In My Mind ismine uyar uymaz… Direk böyle daha genel bir isim bulalım istemiştik. O zaman proje de değişmiş oldu, tek şarkılık bir proje olarak kaldı.

Yıkım ekibi bir araya geliyor!

not the news: Peki In My Mind’ın bu dört kişilik formu nasıl oluştu? Burak Gürpınar ve Murat Çopur ile nasıl bir araya geldiniz?

ÖK: Aslında Burak ile benim önceden beri muhabbetim var. İşte o 2006-2007 döneminden. Myspace o zaman çok güçlü tabii. Avustralya’da çok sevdiğimiz gruplar vardı. Onlarla bile çok rahat sohbet edebiliyorduk. Çünkü Myspace’in odağı müzikti. Tamamen müziği seven insanlar orada oluyordu sadece. Bizim de o dönem Deftones tarzı müzik yapan bir grubumuz vardı. O dönem biz Burak ile Myspace’den konuşmaya başladık. İşte ben bir şeyler yapıyorum dinletiyorum. Kurban’a zaten ortaokuldan beri hayranız, dinliyoruz. O da sağ olsun çok sıcak, asla geri çevirmez. Onun kişiliği ile de aslında çok alakalı. Bu zamana kadar gerek yüz yüze, gerek bazı konserlerde falan bir araya geldik hep onunla. Hep aklımızdan geçti aslında bu projede de birlikte bir şey mi yapsak sıfırdan falan gibi, ama hiç olmadı. Hakikaten bi 12-13 sene geçti üzerinden o arkadaşlığımızın. Bu döneme denk gelmiş oldu. Bence zamanlama da çok iyi oldu. Burak’ın projeye dâhil olması da tamamen böyle gerçekleşti.

Murat Çopur (MÇ): Siz nasıl teklif ettiniz Burak’a peki? Bunu da ben sorayım :)

ÖK: Şöyle oldu, Burak zaten gruplar için davul çalıyor, bir şekilde kayıtlarda destek veriyor. Aslında bizim için de öyle olacaktı. Sonra biz zaten Memo ile konuşuyorduk sürekli dâhil edelim, işte bir jest yapalım falan gibi. Şarkıyı duyunca (Haram) o da sanki çok beğenmiş ve bir parçası olmak istiyormuş gibi hissettik. Yine konuşurken “Ya çok iyi olur!” gibi bi geri dönüş gelince, herkes aslında beklediği şeye kavuşmuş oldu.

MS: Ve işin daha güzeli, Ankara’ya geldi bizimle provaya, stüdyoya girdi. İkimiz de 10 küsür senedir stüdyoya gitmiyorduk, Burak abi sayesinde tekrardan stüdyonun havasını solumuş olduk.

ÖK: 12 sene sonra ilk stüdyomuza giriyoruz. Adam kalktı İstanbul’dan provaya geldi. Tabii bir de bizi görmek için. Ya o heyecanını görmek yetti bize…

MÇ: Demek Burak’ın ihtiyacı varmış. (Gülüşmeler)

MS: Burak Abiyi yüz kez falan izlemişsinizdir. Onun enerjisini falan, davulda bir başkadır. Kayıtta bile duramıyor, çıldırıyordu çalarken. O heyecanı görmek müthiş bir şey.

not the news: Siz nasıl dâhil oldunuz Murat Bey?

MÇ: Benim dâhil oluşumu aslında Burak daha iyi anlatır. Beni arayan Burak oldu.

MS: Burak Abiyi darlayan da ben oldum. (Gülüşmeler).

MÇ: Benim buraya gelişimin, Ankara’da oluşumun etkileri olmuş. O da daha önce benim bir grubum vardı, Gren. Duydunuz mu bilmiyorum?

not the news: Tabii ki… Tüm diskografiye hâkimiz. İki kez de canlı izledik Sonispehere’de ve ODTÜ’de.

MÇ: Gren ile bir süre müzik yaptık. Orada da hayat şartları grup arkadaşlarımı hep hayatta kalmaya zorluyordu. Dolayısı ile başka işler yapıldı. Müzikten uzaklaşıldı. Hayatını sadece müzikten kazanan bendim orada. Tabii Ceylan, Jehan haldır huldur bir sürü işe koşturup yardırıyorum, ben de biraz uzaklaştım Gren’den. Onlar ufak ufak tekrar üretmeye geçecekleri zaman biz yollarımızı ayırmış olduk. Ben tekrar etkili ve verimli olamadım. Onlar da yola üç kişi devam etmek istedi. Olabiliyor böyle şeyler tabii ki.

Bir süre Türkiye’deki o rock sound’undan uzak kaldım ve aç bir şekilde bekliyorum bir köşede “Hrrrr” falan diye ve bir gün çok tatsız bir şey yaşamıştım, böyle bir münakaşa gibi bir şey. Kafam bozuk. Ertesi gün öğle vakitlerinde uyandım, telefon çaldı. Burak! “Aaaa! Dostum arıyor.” dedim. İşte böyle çok enerjik bir grup var, dedi. Senin de orada çalmanı çok isterim, ben dâhil oldum çok eğleneceğiz falan filan... Zaten üç beş cümleden sonra ben “Oh beee!” dedim. O bir gün önceki kötü enerji bir anda yok oldu. Dinleyip hemen olumlu dönmek isterim dedim. Çünkü benim de böyle enerjik bir şeye ihtiyacım var. Artık bas gitarımı pena ile çalmak, böyle biraz aşağıya indirmek ve rock pratiklerine uygun olan şeyleri yapmak istiyorum. Neyse sonrasında Burak şarkıyı attı, dinledim. Zaten off aman yarabbi falan oldum. Sonra da tamam dedim. Ben hemen elimden geldiğince destek olmaya çalışırım. Şu aralar işim yok. Tabii işlerim var, önceliklerim var maalesef. Last Penny’den dolayı burada oluşumla grubun 4’te 3 lük kuvvetine yaslanabiliyorum coğrafi açıdan. Ve dâhil oluşum tabii Burak’ın ricası ile oldu. Sonra hemen tanıştık Özgür ve Mehmet ile. Tamam dedik, olur. Buradan yürürüz biz.

not the news: Grubun 2,5 kişisi Ankara’da, 1,5 kişisi İstanbul’da gibi oldu o zaman. Bu zorluyor mu?

ÖK: Hayır

MÇ: O kadar yeni ki aslında

ÖK: Çok yeni ama hepimiz keyif alıyoruz diye hissediyorum.

Değişim isteği ve "Haram"

not the news: İlk şarkınızın çok karamsar bir atmosferi var. Sonra bir logo tasarımı çıkıyor ortaya. Onun ne olduğunu sormak istiyoruz. Bir uzak doğu referansı var sanki içinde. O görsel yenilenmenin sonrasındaki şarkılarda ise bir güç bulma, bir değişim isteği var. Bu, sözlerde de açıkça belli ediyor kendini.

Şimdi yine yeni bir logo ile dört kişilik bir formda ve Türkçe sözlü bir şarkıyla çıkıyorsunuz karşımıza. In My Mind’ı nasıl bir yolculuk bekliyor?

ÖK: Güzel gözlemlemişsiniz bu arada.

MS: Evet, bayağı doğru şeyler söyledikleriniz. Bir kere şimdi yaptığımız yeni parça ile hiç dinlemediğiniz tarzda bir şey dinleyeceksiniz. Hani ne Kurban gibi ne Gren gibi, tamamen In My Mind gibi bir şey dinleyeceksiniz...

Hepimizin sevdiği, etkilendiği gruplardan böyle bir şey çıktı ortaya, öyle söyleyeyim. Zaten Murat ve Burak Abinin gelmesi de işin artık bir değil birkaç kademe daha yukarıya doğru gittiğinin göstergesi. Onların tecrübesiyle bizim yarışmamız zaten mümkün değil ve ayrıca ikisinin de ayrı ayrı hayranıyız.

MS: Hayranı olduğumuz insanlarla birlikte çalıyoruz.- Mesela yıllarca Zaga’yı izledim ve yanımda şu an Murat Abi var. Burak Abiler 99’da çıktı. 13 yaşındayım, böyle bakıyorum… Hani hayranıyım adamın, fanboy’um. Hem Murat Abi’nin de hem Burak Abi’nin de fanboy’uyum ve onlarla beraber çalabilme şansım var şu anda. Bunun şimdi daha büyük bir etkisi olacaktır. Bizim sound bir değişik olacak. Belki de hani Türkiye’de hiç duyulmamış tarzda bir şey çıkabilir yani bilmiyorum.

ÖK: Gözlemlediğiniz gibi sürekli bir kabuk değiştiriyoruz biz. Orada bir evrim var ama hep iyiye doğru gidiyor. Bu single da dördümüzün bir aya geldiğinde nasıl güzel bir enerji ortaya çıkardığını tam gösterecek. Video klipte hissedeceksiniz onu. Abilerimizin nasıl delirdiğini de göreceksiniz orada.

not the news: Logo tasarımları size ait galiba. Bir anlamı var mı?

ÖK: Evet, bana ait. Bu son yaptığım çalışmada “In My Mind”ın IMM harflerini kullanmak istemiştim. Böyle “vintage” bir havası var. Şu an piyasaya göre hepimizin bir tık daha eski toprak kaldığını yansıtıyor Logoda kılıç kullandım. Bunun sebebi de savaşçıyız biz. Buraya gelene kadar çok fazla şey yaşadık hayatımızda hepimiz.

MÇ: Mücadelenin simgesi galiba.

ÖK: Evet ama her mücadeleden de böyle muzaffer bir komutan gibi çıktığımızı temsil ediyor.

not the news: “Hâlâ buradayız, biz daha ölmedik!”

ÖK: Ve yeni başlıyoruz…

Zamansızlık hissi, gelecek planları

not the news: Peki önünüzde bir timeline var mı? Yoksa sürece mi odaklanıyorsunuz? Şu an için tek hedefiniz, yaptığınız müzikten keyif almak mı?

ÖK: Aslında keyif almaya odaklanıyoruz, çünkü birbirimize karşı hissettiğimiz şey bu. Yaptığımız şeyin gerçekten içimize sindiği; asla “Bunu da böyle yaptık ama bu da böyle olsun.” demeyeceğimiz bir proje olsun istiyoruz hepimiz. Bu şarkı için hepimizin heyecanlanma sebebi de bu. Sonrası için zaten bu ekiple plan yapmamıza gerek yok. Hep birlikte bir stüdyoya girdiğimizde inanılmaz şeyler çıkacak. Ki zaten hazırda Mehmet’in yaptığı şarkılar var. Sözü yazılması gereken, üzerine çalışılması gereken. Fakat sıfırdan çok güzel şeyler de yapacağız.

not the news: Peki, bir plak şirketiyle çalışacak mısınız?

ÖK: Şimdilik çok öyle bir isteğimiz yok ama tabii bir teklif gelirse bir gün, reddedemeyeceğimiz bir şey olursa elbette yani...

MÇ: Eskisi gibi değil piyasa, ben yıllardır içindeyim. Eskiden albümlerini yapıyorlardı, sana klip çekiyorlardı. Turne yapman için sponsor ayarlıyorlardı, katkılarda bulunuyorlardı ama artık plak şirketleri öyle şeyler yapmıyor. Hiçbir şey yapmıyor hatta. Belki işte senin için Spotify’a parçalarını yüklemeye yardımcı oluyorlar. Bu devirde bunu kendimiz de yapabiliyoruz. Kayıt vesaire için de kayıt teknolojileri ilerledi. Malum, evde de kayıt yapılabiliyor. Bir de, birbirimizin imkânlarından faydalanarak kayıtlarımızı gayet rahat yapabilir, kendimiz mixleyebilir ya da eşe dosta makul fiyatlarla mastering sistemlerinden geçirebilecek hâldeyiz. Öte yandan, işin artwork kısmında da Özgür ve diğer herkesin fikirleriyle birlikte hakikaten güzel sanat görüşü olan bir ürün çıkarımı var. Müzik ve artwork gayet verimli akıyor. O yüzden uzun vadede ürettikçe “Bunlar güzel işler yapıyorlar güzel şeyler üretiyorlar.” denecek. İşte o yüzden, şu an olmasa bile belki ileride birisi bize destek atmak isterse biz de tabii o özgüvenle istersek kabul ederiz ya da etmeyiz. Fark etmez artık. Biz az önce Özgür’ün dediği gibi kendimiz için müzik yapalım. Bir şeyler için müzik yapmaya başlayınca parayı veren kişi emir vermeye, seni yönlendirmeye başlayabiliyor. O yüzden, kendi yağımızla kavrulup ilerlemek çok daha iyi olacaktır. Düşüncelerim bu yönde.

MS: Mesela bana kalsa, direkt albüm çıkarma taraftarıyım. Ama yeni düzen artık single sadece. Çok büyük bir grup olmadığın müddetçe albüm çıkarmanın hiçbir manası yok. Zaten fiziksel albüm diye bir şey kalmadı gibi bir şey. Ben hiç görmüyorum doğru düzgün. O yüzden hep single ile ilerliyor herkes. Sonra hepsini bir paket haline getirip albüme dönüştürüyorlar.

not the news: Albüm olmasına yetecek sayıda şarkı hazır mı?

MS: Şöyle söyleyeyim, bir tane yarısı kayıtlı bir şarkı var. Onda sadece Murat Abi’nin bass kaydı yapması lazım. Özgür’ün de vokal kaydı yapması lazım. 11-12 tane de demo hâlinde şarkı var ama son hâllerinde değil tabii. Oturup bakacağız hepsine

not the news: O zaman sahne planlarınız da yine süreç içinde belirlenecek.

MÇ: Bunu en kısa zamanda yapmak istiyoruz. Özellikle Burak ve ben. Çünkü sahne adamıyız. “Sahnede olmalıyız.” diyoruz sürekli. Hatta son konuşmamızda “Konser için bir çaba gösterelim, bir setlist yapalım, yetmediği yerde cover yapalım.” dedik. Yine zamanla olacak tabii, acele etmeye gerek yok. Bir parça yaptık. Bakalım bir konseptimiz, şarkılarımız yavaş yavaş oluşsun. En az 8 şarkıya ulaşalım ki az çok konsere çıkabilecek altyapımız oluşsun. Bence oradan sonrası zaten yürür gider. Ufak ufak yönetim değişikleri yaşanır da festivaller tekrar geri gelirse birkaç festival denemesiyle bence adımızı daha çok duyurabiliriz gibi geliyor bana. En azından biz muhatabına şarkıları arz edebiliriz. Nasıl bir reaksiyon aldığımıza bakabileceğimiz bir konuma gelmiş oluruz. Ama şimdilik değerlendirebileceğimiz tek şey yaptığımız şarkıların, dijital ürünlerin dinlenip izlenip nasıl geri dönüşler aldığına bakmak olacak. Bu da önümüzdeki üç beş ayın çalışması.

not the news: Sene 2023 ama yaptığınız müziğin bizde uyandırdığı his 2000’ler. Senior müzisyenlersiniz ve yeni bir yola çıkıyorsunuz. Bir zamansızlık hissi var sanki In My Mind’da. Bu değişik bir his olsa gerek.

ÖK: Benim için özellikle biraz takıntı gibi. Deftones, Korn onları böyle çocukluğumuzdan beri, walkman döneminden beri dinliyoruz. Kasette dinlemeye başladık biz. O heyecan hiç geçmedi. O sound’a olan aşk hiç bitmiyor. E tabii, müzik yapınca, biz de öyle duyulalım istiyoruz. Biz de öyle tınlayalım, önce bizim içimize sinsin. O yüzden o benim için hiçbir zaman bitmeyecek yani. Özellikle o 2000ler sound’u. O nu-metal furyası. Hâlâ onları dinliyoruz zaten.

Ve Ankara…

not the news: “In My Mind” ismi, grubun zamanla, geçmişle olan problemlerinden geliyor. Bu, bizim kendi aramızda da fazlaca tartıştığımız bir şey. 20li yaşlarımızın çok büyük bir kısmını zamanın geçmesi, sevdiklerimizin vefat etmesi ve benzer şeyler üzerinden dramatize ederek geçirdik. Dinlediğimiz/izlediğimiz şeyleri buradan görüp anlamlandırdık. Bunu biraz da Ankara’ya ve Ankara’nın verdiği hisse bağlıyoruz.

Bu açıdan Ankara sizin için ne ifade ediyor?

Fotoğraf: not the news


MÇ: Ben çok yeni Ankaralı olduğum için eskisini değerlendiremem ama gece hayatım buradan (Last Penny - LP) ibaret. Hatta madem sözü aldım, LP’den bahsediyor olalım. Buranın ortağıyım. Böyle bir şeyi İstanbul’da buluyor olabilirsin ama orada da bulamıyorsun böyle bir şeyi. Avrupa’da bulabilirsin. Bu ve bundan daha iyilerini tabii. Böyle bir kültürü biz burada oluşturmak istemiştik. Ankara’da başlayalım ve Türkiye’de de yayalım. Hatta Avrupa’ya da götürebiliyorsak götürelim düşüncesindeydik.


İstanbul’dan sıkıldım. Tatmin olduğum ve sıkıldığım noktaya geldiğimde ben zaten şehir değiştirmiştim, Bodrum’a yerleşmiştim. Ankara’ya her gelişimde samimi söylüyorum birçok paylaşımım da var. Uçaktan indiğim anda kulağımda “Sepultra” çalmaya başlar. İşte inerim “Nine Inch Nails” başlar. “Meshuggah” başlar. Hani İstanbul’da Bodrum’da bu müzikleri dinlemeyip, buraya geldiğimde bir anda gitarın distortion’unu açıyor olmak… “Yeaaah işte bu!” Yani beni çağırıyor dedirtiyordu. LP’yle birlikte çok farklı müzikler çalıyoruz. Yani burada distortion duymuyoruz falan ama yine de çok muhalif ses duyuyoruz. Misafirlerimiz de öyle. O yüzden ben kendimi hep daha özgür hissediyorum. Daha medeni hissediyorum Ankara’da. Ve geçmişte de çok sevdiğim grupların ya da tanıdığım müzisyenlerin Ankara kökenli olduklarını öğrendiğimde de hep böyle saygı duydum. O yüzden, çok özel olduğunu Ankara dışından biri olarak gözlemleyebiliyorum. Ama gerçek Ankaralılar ya da Ankara’yı daha çok solumuş arkadaşlarımız, asıl sorulara cevap verecek onlar.

ÖK: Ben de Murat Abi’ye göre bir seviye daha Ankaralı sayılırım. 2005’ten beri buradayım. Mehmet’le de zaten benzer dönemlerde bu civarda, Tunalı’da takılıyorduk. Mekanlara gitmektense dışarıda takılmak modası vardı. Sokakta içeriz, dolaşırız, eve doğru düzgün gitmeyiz. Arkadaş grubu içinde güzel zaman geçiriyorduk. Bir on sene öncesine göre çok şey değişti. İnanılmaz farklı bir hayat var artık.

Ama Ankara yorumum, her şeye rağmen, böyle bir muallak gibi. Ankara’yı böyle ne çok seviyorsun, ne aşırı nefret ediyorsun. Aşırı nefret etsem giderim zaten başka bir yere, beni öyle tutan çok şey yok burada. Çankaya dışındaki ilçelerine gidersen Ankara bize çok hitap etmeyebilir ama, özellikle bu bölgede (Tunalı civarı) Murat Abi’nin de dediği gibi Türkiye’nin her yerinde yakalayamayacağınız bir şeyler var. Bir doku var. Hakikaten, bizim de şekillendirebileceğimiz bir ortam bu. Dışarıdaki trendlere de bir şekilde burada uyum sağlanabiliyor ama koşturmacası yine de daha az İzmir ve İstanbul’a göre. Bizi burada tuttu bu durum. İşin müzik kısmı da burada “Bu müziği burada yapacaksın.” gibi bir anlayış var yani. Bir tık azına bile gönül izin vermiyor kesinlikle.

MÇ: Bir de gerçek Ankaralıdan duyalım yaa!

MS: Doğma büyüme Ankaralıyım bu arada.

not the news: Biz de öyleyiz.

MS: Ve şöyle… Doğduğumdan beri aynı evde oturuyorum. Düşün, “pure” Ankaralıyım yani.

ÖK: Hatta Bahçelievler çocuğu.

MS: Ankara’yı nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Mesela hani ev, yuva… Benim gözümde bu. Hafta sonu İstanbul’a klip çekimine gittiğimizde İstanbul’un o halini görünce sürekli Özgür’e söylendim. “Bu nasıl hâl? Hiç yürüyecek yer yok. Her taraf insan dolu. Yeşillik yok.” diye. Kafayı yemek üzereydim yani. Evler zaten kutu gibi. Allah akıl fikir versin dedim gerçekten. Orası bana çok garip geldi. Otobüsle Ankara’ya dönerken, Ankara tabelasını gördüğümde, mirket gibi kalkıp “yaşasın döndük” dedim.

Ankara’nın şöyle bir kötü özelliği var. Onun da tamamen yapımcılarla, organizatörlerle alakalı olduğunu düşünüyorum. Çok büyük isimler, müzisyenler İstanbul’a geliyor. Fakat, Ankara’ya gelen kimse olmuyor. İki şehir arası 450 kilometre ya! 450 kilometre bir uçağa, bir trene bakıyor sadece. Çok basit. Ama demek ki buradaki potansiyeli göremiyorlar. Burada acayip bir dinleyici kitlesi var. Hiçbir konser boş kalmaz. Hiçbir tiyatro oyunu seyircisiz kalmaz… Aslında sokak kültürü de fena diyemeyiz Ankara için. Ama tabii benim en çok özlediğim zamanlara bakarsak, bayağı değişti. Çünkü biz o zamanlar rahattık. Şu an pek rahat değil buralar. Ama düzelecek umarım.

İstanbul yolları ve Ankara'da müzik sektörü

not the news: Bizim de, çok yakındığımız problemlerden biri bu. Geçen sene, sadece konser için sekiz kere İstanbul’a gitmişiz. Ve şunu fark ettik, konser bir kerenara; orada müzisyenlerle, yazarlarla kurduğumuz iletişim, burada bir şeyler üretmeye dair büyük bir motivasyon sağlıyor bize. İstanbul’dan her seferinde yeni bir şeyler yapma isteğiyle dönüyoruz. İstanbul’da sektörden isimlere ulaşabilmeyi; örneğin Murat Bey’in burada olması ve hızlıca ona ulaşarak bu görüşmeyi sizinle ayarlayabilmemizi çok önemsiyoruz.

MÇ: Bu sayede sanatçı dostlarımı buraya getirebilir oldum. Şehre gelenler bir şeyler yemek içmek ve beni görmek için buraya geliyorlar. Bir komünite oluşuyor zaten. Yıllarca Ankara’ya konsere geldim ve en güzel konserlerimizi, hangi grupla gelirsek geleyim –en pop grubundan en rock grubuna kadar– Ankara’da verdik. Çünkü dinleyici aç. Türkiye’nin her yerinden bir sürü inan burada yaşıyor. Sadece öğrenci de değil; memurlar, yurt dışından gelen bürokratlar vesaire… Çok kozmopolit ve verilen herhangi bir ürünü ilgiyle tüketen bir topluluk var. Maalesef ki gelip muhatabımıza hizmetimizi sunuyoruz, anılarımız birikiyor ama enstrümanımızı toplayıp hemen İstanbul’a dönüyoruz. Ankara’da ne olduğunu, insanların konser sonrasında neler yaşadığını, gece hayatını, sabah nerede kahvaltı yaptıklarını, nerde kebap/döner yediklerini bilmiyoruz. Tamam deniz yok ama görsel olarak bu insanlar nerede tatmin oluyor hiç fikrimiz olmadı. Ankara’ya gelip biraz daha uzun vakit geçirince bunu görmüş ve anlamış oldum. Evet, burada bazı imkânlar kısıtlı ama insanlar işte çok daha iyi bağlara sahip burada muhabbetlerinden dolayı. Patatese ilgiliyse onun hakkında bir araya gelip o patates hakkında bir anda. kitap yazabilecek hale gelebiliyorlar insanlar burada. İstanbul’da böyle bir şey çok mümkün olmuyor. Çünkü mesafeler var. Zaman kaybı var. O yüzden konserini izleyip eve dönebiliyorsun en fazla. Ya da gece hayatına çıkacaksan da benzer yerlere gidip gelebiliyorsun.

Bu arada İstanbul’u yaşayan biri olarak da söyleyeyim. İstanbul’dan önce Isparta’da yaşıyordum. Gideceğim konserleri önceden belirliyordum sizin gibi. 8 konser mi ayda… Yılda… Keşke ayda olsa :) Konserimi izleyip Isparta’ya dönüyordum. Sonra İstanbul’da okul kazandım, oraya yerleştim ve daha az konsere gittim. İstanbul’da yaşayıp konsere gidememek daha üzücü bir şey. Paran ya da zamanın yetmiyor. E o zaman, ben ne anladım istanbul’da yaşamaktan. Bu daha üzücü bir şeydi mesela.

MS: Mesela Ankara’dan İstanbul’a sürekli konsere gitmek için bir bütçe çıkarmıştım. Her gidiş-geliş en az iki bin - üç bin lira. Öyle paralar kazanılmıyor. En son “Devin Townsend” gelmişti İstanbul’a. Gidemedim mesela. O kadar üzüldüm ki, çok sevdiğim bir adam. Keşke Ankara’ya gelebilseydi. Youtube’dan Devin Townsend live yazıp izleyeceğiz artık.

not the news: Sebebi ne olabilir? Talep var. Satışa çıksa biletler bitecek kesin. Mekân mı tek problem? Burada Congresium’da en sevdiğimiz grupları oturarak izlemek bizi çok sıkıştırıyor.

MÇ: Ayakta konser izlenebilecek büyük mekânlara ihtiyaç var. Volkswagen Arena gibi büyük bir alana ihtiyaç var. Das Das gibi isterse oturma düzeni isterse ayakta, isterse minder atabilecek, isterse bahçesi olan bir mekâna ihtiyaç var Ankara’da. Şöyle bir sıkıntı da var: Bu işlerin alkol gibi bir ortak noktası var. Amaç alkol tüketmek değil. Alkol bir katalizör. Büyük bir alanda alkol tüketebileceğimiz bir mekân yok. Alkol olmasa da insanlar oturup Steve Vai konseri izleyebiliyor. Fakat bu işin tarzında o yok yani.

MS: Sponsorluklar yok. Burada ayrıca çok fazla konser salonu var ama akustik yok. Herhangi bir rock metal konserini orada dinlemenin imkânı yok. Tek duyacağınız şey “woo woo woo” diye bir ses. Başka hiçbir şey gelmiyor.

not the news: MEB Şura Salonu’nda Opeth konseri dinlemişliğimiz var. Korkunçtu mesela.

MS: Mesela yaklaşık dört-beş sene önce İskandinav Müzik Günleri yapıldı MEB Şura Salonu’nda. Cuk diye oturdu mesela oraya. Çünkü gitar, davul yok. Var olan davullar da zaten tribal şeyler olduğu için müthiş bir sound vardı ama işte oraya Opeth’i koy… Yok yani... Konsere çıktığım zamanlardan da hatırlıyorum. Kendi sesini duymadan çalıyorsun. Davulun sesi çok geliyor ya da ne bileyim gitarın sesi çok açık oluyor. Hani hiçbir şey duyamıyorsun. O yüzden ona da bir çözüm bulmak lazım.

MÇ: Ankara’da mekân sorunu var ama işte ODTÜ’de açık havada bir sahne kurulduğunda da bir doyuyoruz müziğe

MS: Jandarma gelip kapatmazsa tabii..

MÇ: Tabii kapatmazsa. O da bizim şarkılarımızda isyanlarımızdan biridir. Jandarma kapatmasın, herhangi biri gelip kapatmasın, dokunmasın diye.

not the news: Türkiye’de politik atmosferin sektör üzerindeki etkisi malum… Olası bir iktidar değişiminde sektörde büyük değişimler olacak mı? Sizin bir araya gelişiniz ve yeni şarkı da tam olarak böyle bir değişimin eşiğine rastlıyor.

ÖK: Yeni şarkı ile birlikte, trap ve rap müziğin dominasyonunu kıracağımıza inanıyorum. Bir devri kapatıp yenisini başlatacağımıza güveniyorum. O kadar güveniyorum…

MÇ: İddialıymışız abi. (Gülüşmeler)

MS: Daha önce dinlediğiniz hiçbir şeye benzemeyecek buna eminim.

MÇ: Söylediğin şeye biraz daha gerçekçi bir bakış açısıyla yaklaşayım. Türkiye’de maalesef bozulma daha çabuk, düzelme ise daha geç oluyor. Biz bozulmayı eleştiren, düzelmeye yönelik bir yapıdayız ve o yüzden iyileşme kısmının zaman alacağını düşünüyorum. Tabii ki konserlere çıkacağız, tabii ki isim yapmaya başlayacağız. 80’lerden beri duyduğumuz “one hit wonder” gruplar vardır. Keşke öyle bir başarı elde etsek ama gerçekçi baktığımızda bunun yüzdesinin düşük olduğunu düşünüyorum. Fakat öyle bir etki yaratırsak da oturup “wow” diye izlerim. One hit değil, çıkan her ürünün yankı uyandıracağını hissetmek isterim. Umarım öyle de olur.

Tabii genelin beğenisini düşündüğümüzde pop bir kültür var. Bütün dünyada bu böyle. Belki İskandinav ülkelerinin pop’u bizim sevdiğimiz müziğe daha yakındır ama onlardan bile ABBA çıkmış. Bilmiyorum yani, biraz zamanla olabilecek bir şey bu. Mesela Mor ve Ötesi’nin birkaç albüm yaptığı süreçte adını duymadık da birazcık böyle pop unsurlar eklediğinde adının duyulmaya başladığını anladık. Bu bile üçüncü, dördüncü albüme denk geldi. Albüm üretilen ve her albümün arasında 2-3 yılın olduğu bir zamandan bahsediyoruz. Bir grubun adını duyurması yaklaşık 10 yılı alıyor. Şimdi tabii ki öyle bir zamanımız yok. Grubu kurduk, müziği verdik. Hemen geri dönüş almamız lazım ki yenisini yapalım. Birlikte üretelim.

14 Mayıs ve sonrası: Ne değişecek?

not the news: Değişecek mi bir şeyler? Mesela olası bir iktidar değişikliği sonrasında seneye Rock’n Coke düzenlenebilecek mi kesinlikle?

MÇ: Değişecek. Sürekli olarak bir değişim yaşanmak zorunda.

MS: İnanmak zorundasınız. Ben dünyanın en pesimist adamıyımdır mesela. Değişeceğine inanmıyorum ama inanmak zorundasın. Bir hayalin, umudun olmak zorunda. Onun gerçekleşmesini beklemek kadar güzel bir şey de yok. Düşünsene, her şey değişse. bu baskıcı sistemden kurtuluyorsun. Her şey güllük gülistanlık olmayacak ama yine de bir nefes alacaksın. Sndan sonra Rock’n Coke diyorsunuz işte, One Love vesaire yapılabilir hâle gelecek.

MÇ: Ki bu olasılık dâhilinde. Şu an planlamaları yapıldı zaten bunların. Planlarını yaptılar. Duyrulmalarına çok az kaldı.

MS: İnsanı ayakta tutan şey umut. Umarım değişir ama benim gerçekten çok beklentim de yok. Dediğim gibi benim hayata bakış açım bu. Hiçbir şeyden beklentim ve umudum yok ama karşımdakilerin umutla bakmasını daha çok tercih ederim. Seçtiğim şey bu. O yüzden de “in my mind” ya her şey... Ben bunu tercih ettim ama siz inanın yani…

MÇ: Olmasa bile hayal kırıklığına alıştık.

MS: Bir enstrüman almak o kadar zor ki mesela. Almak istediğim gitar 40 bin lira. Bas gitar telleri 800 lira. Sadece ÖTV’yi kaldırsalar bile bunlar düşecek yarı yarıya. Yeni müzisyen yetişmiyor. O kadar zor ki... Bir davulcunun yetişmesi için elektronik davul alması lazım. 100 bin liraya geliyor neredeyse. Üstüne her hafta davul dersine gidip o zilleri nasıl toplasın?

ÖK: Tam bir survivor modu. Elimizde neler var, onlarla neler yapabilir? Onu yaşıyoruz.

MS: Akustik gitarla elektro gibi çalmaya çalışan bir çocuk gördüm. Metal müzik yapmaya çalışıyor. Akustik ya da klasik gitar bile olsa çocuk çabalıyor. İmkânı olsa elektro gitar alsa belki virtüöz olacak ama durumu yok işte…

Şu sıralar neler dinliyorsunuz?

not the news: Son soruya geldik. Bu aralar, neler dinliyorsunuz? En son hangi konserlere gittiniz?

MS: Svalbard diye bir gruba taktım, sadece onları dinliyorum. Bir post hard-core grubu. En son konsere neye gittim hatırlamıyorum. Yıllar öncekiler geliyor aklıma.

not the news: Blind Guardian ODTÜ Vişnelik konseri?

MS: O kadar değil… Bizim Ankaralı underground metal grupların çıktığı bir konsere gittim de oldu baya hatırlamıyorum.

ÖK: Ben konser sevmiyorum genel olarak. Deftones gelse giderim. Tool gelirse giderim. Meshuggah gelse giderim. A Perfect Circle’a kesin giderim. Vokal tekniğimi belirleyen gruplar olduğu için onlara kesin giderim. Onun dışında Türkiye’de de çok iyi becerilmiyor ya o konser sound’u… Kalabalığın içinde konforsuzluk hoşuma gitmiyor. Konser vermeyi seviyorum. Bir an önce konser verelim istiyorum. Bir buçuk-iki aydır In My Mind’ın “Haram” şarkısını dinliyorum. Çok içime sindi gerçekten.

MÇ: Ben konsere gitmeyi de severim. Çok fazla farklı tarzı severek dinliyorum. Bir rock grubu çok bulamıyorum Türkiye’de ama geçen yaz MEUTE diye brass band izledim. Önceden takip ettiğim bir gruptu. Canlı izlemek çok iyi oldu onları. CSO’da çok iyi konserler yapılıyor. The Bad Plus’ı yıllardır takip ederim. O konseri yapıldı birkaç ay önce, çok iyiydi. Yeni bir şey keşfetmeyi seviyorum. Tarzdan bağımsız olarak en sevdiğim sert gruplardan biri Car Bomb. Yakın zamanda keşfettim birkaç sene önce

ÖK: Ben de çok severim.

MÇ: Ondan sonra yine birkaç sene önce keşfettiğim De Staat. Hollandalı bir grup. 2021-2022 yıllarında en fazla dinlediğim grup olmuş Spotify’da. Yine geçen sene, şans eseri eski sevgiliden kalma bazı Spotify listelerinden keşfettiğim Amerikalı bir grup var Son Lux. Üç kişiler. İnanılmaz bir müzik yapıyorlar. Elektronik ama canlı çalıyorlar. Herhangi bir grubu sevmem için canlıda çok iyi çalması gerekiyor. Canlıda çok iyi performans yapıyorsa elektronik de olur latin de olur metal de olur… Çok uzun zamandır dinlediğim, takıldığım grup Sunlux oldu.

MS: Şu grubu (Djunah) tavsiye derim. Mutlaka dinleyin!

Fotoğraf: not the news



-SON-

Comentarios


bottom of page