top of page

Balat’tan dünyaya doğru giden bir tramvayda çalanlar

  • Yazarın fotoğrafı: Taylan Kurt
    Taylan Kurt
  • 13 Haz
  • 16 dakikada okunur

✍️: Karaca Yiğit Pehlivanlı

Zaman ve mekânı aşmanın bir boyutu, hızlı geçişlerle çok farklı yerlerde ve zamanlarda hissetmekse eğer, bunu benim için en güçlü şekilde mümkün kılan şeylerin başında müzik geliyor. Güneyli seslere kulak verirken de bu böyle, hiç planda yokken kendimi içinde bulduğum bir sinagogda Klezmer müziği dinlerken de. Güneyli sesler kapsamında Brezilya müziğinden ve "Polonya ve müzik" deyip dalınan anılar kapsamında Klezmer müziğinden bahsetmemizi sağlayan bir röportaj için Kornelia Binicewicz’le bir ilkbahar gününde buluşmuştuk. Uzun yıllardır İstanbul’da yaşayan Polonyalı bir DJ ile Ankara’daki performansı sonrası gerçekleşen bu buluşmadan bugüne kalanlar ise oldukça geniş bir yelpazeye sahip. Bu yelpaze, Polonya’da düzenlenen festivaller sayesinde Analog Africa’yla kesişen yollardan Balat’taki eski bir Rum evinde hayata geçirilen 55T projesine, “Ladies on Records” ve “Dans Agogo” gibi müzikal çatılara dek uzanıyor.

📸: Esra Özdoğan

Demir Perde’nin ardındaki sesler: Kornelia’nın Polonya’daki müzikal yolculuğu

Eski bir röportajında insanın içinde büyüdüğü müzikal atmosferin önemini hatırlatıyorsun. Aynı zamanda Polonya’da büyürken oradaki yerel müzikle Batı müziği arasındaki etkileşimlerden de bahsediyorsun. Şimdi o yıllara dönerek başlayalım mı?

1979 yılında Polonya’da doğdum, yani 70’li yılları yaşamış şanslı biriyim diyebilirim :) Ülkede komünist sistemin olduğu yıllardı. Dönemin kültürel atmosferi elbette müzik zevkimi de etkiledi. O dönemde Polonya’da müzik gerçekten çok iyiydi. Demir Perde'nin ardında, Batı’nın etkilerinden uzak tutulmaya çalışılan bir rejimde, müzisyenlerin müzikle kurulan bağ için buldukları sıra dışı olanaklar vardı. Ayrıca 70'ler, dünyadaki farklı ülkelerle birlikte Türkiye için de yerel müzikte Batı etkisiyle yeni denemelere girişildiği ve yeni enstrümanlarla bunun desteklendiği bir dönemdi. Polonya müziği için de aynı şey geçerli. Caz veya pop müzisyenleri yerel geleneksel müziğe de yöneliyor ancak bunu Batılı bir orkestrasyonla, ona uygun bir yaklaşımla harmanlıyorlardı. Böylesi bir dönemde doğup büyürken, babama ait plak çalarda dinlediğimiz müzikler, masallar hayatımın önemli bir parçasıydı. Pink Floyd etkisi bir yanda, Polonya'nın yerel saykodelik, blues, caz sahnesiyle beni buluşturan müzikler diğer yanda; 70’lerin sonlarında doğmuş olsam da, müzikal açıdan 70'lerin titreşimlerini taşıyordum. 35 yaşıma kadar bunu tam anlamıyla bilmiyordum, ta ki hayatımı 70'lerin müziğini keşfetmeye adamak istediğimi fark edene kadar. Türkiye’ye geliş sebebim de bununla ilgili.

Türkiye öncesinde, Polonya’daki müzikal yolculuğundan biraz daha bahsedelim istiyorum. Antropoloji okuduğun ve müzik filmleri festivali düzenlediğin yıllar nasıldı? Antropoloji eğitiminin müzikal yolculuğuna da etki ettiğini tahmin ediyorum.

Farklı kültürlere merakım her zaman vardı. Bu yüzden antropoloji bölümünü seçtim diyebilirim ve bu, hayatımdaki en iyi karardı. Çünkü bir kez bu bölümde eğitime başladığınızda, ömür boyu konulara bir antropolog gibi yaklaşabiliyorsunuz. Dünyayı farklılıklarıyla birlikte görürken, müzik de buna katkı sunan bir araç oluyor. İletişim kurma, kimliğini tanımlama, kendini keşfetme ve ifade etme açısından düşündüğümde müziksiz bir dünya hayal edemiyorum.

Sonraki yıllarda ayrıca kendi festivalimizi düzenlemeye başladık. Dünyadaki çeşitliliği insanlara göstermek için başlattığımız “Music & The World Film Festival”, o dönemde Polonya’da benzeri olmadığı için çok hızlı ilerleme kaydetti ve altı yıl sürdü. 2000’li yılların başındaki bu süreçte festivalde sadece müzikle ilgili belgeseller yer alıyordu. Ayrıca konserler, atölyeler, DJ performansları ve söyleşiler de festival kapsamında gerçekleşiyordu. Festivale o yıllarda Analog Africa’dan Samy ve Pedro’yu da davet ettim. Onların ilk derlemelerinden olan “African Scream Contest” henüz yeni çıkmıştı.

Analog Africa’yı nasıl keşfetmiştin?

Şimdi olduğu gibi o dönemde de yeni müzikleri keşfetmenin peşindeyken Analog Africa’nın derlemeleriyle karşılaştım. Bu müzik, daha önce duyduğum şeylere hiç benzemiyordu ve serüvenlerini festival kapsamında anlatmaları için onları Krakow’a davet ettim.

Bu arada Polonya’da farklı festivallerin de küratörü oldum. Benim işim festivaller için müzik programları oluşturmak, insanları buluşturmak ve festivaller tasarlamaktı.

O dönemdeki tüm bu girişimleri etkileyen müzik keşif yolculuğun nasıl ilerliyordu? Plakların arasında kaybolmanı sağlayan digging süreci de diyebiliriz.

Aslında üniversitedeyken plaklara hiç dokunmadım ve daha çok CD topluyordum. 5 yaşında tanıştığım plaklarla olan ilişkime uzun bir ara vermiştim; 2005-2006 gibi onlara geri döndüm diyebilirim.

Festivallerle birlikte plak da toplamaya başladım. O süreçte harika insanlarla tanışıyordum ve onlar arasında beni çok etkileyenlerden biri de az önce andığım, Analog Africa’nın kurucusu Samy’ydi. O, gerçekten sıra dışı bir insan ve kendisiyle çok güzel bir dostluk kurduk. Frankfurt-Krakow hattında birbirimize çok misafir olduk. Sanırım derlemelerinden biri olan "Legends of Benin”in kartonetinde yer alan notları Krakow'daki evimde yazmıştı.

Onun çalışmalarından her zaman çok ilham aldım ve o dönemde kendi kendime, “Yıllar sonra onun yaptığı gibi bir şey yapmak istiyorum,” diyordum. İşte 2015'te benzer şeylerin peşinden giderek Türkiye'ye geldim.

Türkiye serüveni: “Kadın müzisyenler nerede?”

Türkiye'ye gelme kararını nasıl verdin? Türk müziğine öncesinden aşina mıydın?

Festivallere devam edip bir yandan da yeni plakları keşfederken 70’ler İran’ından müziklerle karşılaştım. O müzikler aklımı başımdan aldı diyebilirim. Devrim öncesi İran’ından Kourosh ve Googoosh gibi sanatçıları keşfettim. Aslında Türkiye’yle kurduğum bağda bu keşiflerin de etkisi vardı.

“70’ler Türkiye'sindeki müzikler de çok ilginç.” demeye başladığım o dönemde artık festivallere devam etmek istemiyordum. Kendi kendime, “Şimdi en çok özlediğim şeyi yapma zamanı.” diye karar verdim. Özlediğim şeylerden biri de Türk müziğini daha iyi anlama çabasıydı. Bir yandan da kadınların müzik evrenine katkısıyla çok ilgileniyordum. Bu yüzden Türk müziğini keşfederken birileri sadece erkek müzisyenleri önerdiğinde hep, "Tamam, peki kadınlar nerede?" diye soruyordum ve genellikle "Ama Barış Manço, Cem Karaca..." gibi cevaplar alıyordum. Kadınları o dönemde pop sahnesinde görebilirdiniz ama benim bu sorum, özellikle odaklandığım saykodelik müzik için geçerliydi.

Sorularımı sorup da istediğim cevapları bulamayınca Türkiye'ye gelmeye karar verdim. Bir aylığına geldim; sadece bu çantayla, plaklarımla. (Bu esnada yanında bulunan çantasını gösteriyor). Hayatımın en güzel ayıydı, çünkü sadece plakları keşfediyor, röportajlar yapıyor ve öğreniyordum.

Farklı tarzlar ve türler açısından Türk müziği son derece zengin. Ayrıca çok da politik ve sosyal olarak bölünmüş bir yapıya sahip. Dinlediğiniz müzik, nereye ait olduğunuzla veya ne tür bir “sosyete"ye dahil olduğunuzla bağlantılı düşünülebiliyor. “Politik” kelimesini kullanıyorum çünkü bence sadece Türkiye'de değil, her şey politiktir. Varlığımız, cinsiyetlerimiz, haklarımız; her şey politiktir.

Tüm bunların etkisiyle geldiğin Türkiye’de, bahsettiğin bir ayda sadece İstanbul'da mı vakit geçirdin?

Evet, çoğunlukla İstanbul’daydım. “Kadın müzisyenler nerede?” sorusunu sormaktan vazgeçmeden “digging”e devam ediyordum ve aslında bu konuda bana rehber olan kişiler de benimle birlikte keşfediyordu.

Bu süreçte Murat Meriç gibi bana çok yardımcı olan harika insanlarla tanıştım. Kendisi, kadın müzisyenlere dair sorularıma "güzel soru" diye karşılık verip bana isimler iletiyor, kayıtlar veriyordu. Selda Bağcan’la bu süreçte tanıştım. Daha sonraki zamanlarda ise Kamuran Akkor ve Huri Sapan gibi isimlerle de tanışacaktım.

Bir ay sonra Polonya’ya geri döndüm. Hâlâ farklı festivallerde çalışıyordum ama bu durum uzun sürmedi. “Artık böyle devam edemem,” deyip kendimi yine İstanbul’da buldum. Daha çok çalışıp daha çok keşfederek derlemeler yapmak istiyordum. Daha önce söylediğim gibi, Analog Africa’dan Samy’nin bana verdiği ilham çok önemliydi. Anlatılmayı bekleyen hikâyeleri kendi gözümden, farklı bir şekilde anlatmak istiyordum. Bunu yapmak için İstanbul’a geri döndüğümde yıl 2015’ti.

📸: Szymon Makuch

Bu arada farklı festivaller diyorsun. Senin düzenlediğin festival dışında hangilerinde görev almıştın?

Yahudi Kültür Festivali’ni hatırlatabilirim. Çok büyük bir festivaldi. Krakow bunun için çok özel bir yer.

Krakow’da geçirdiğim birkaç günü düşününce, Kazimierz’deki bir sinagogta dinlediğim konseri hatırlıyorum. Bir Klezmer müzik konseriydi ve harikaydı. Yahudi kültürünü de düşününce Krakow bu konuda özel bir yere sahip sanırım, ondan dolayı da bir bağlantın olduğunu tahmin ediyorum.

Evet, Krakow bu açıdan çok özel bir yer. Polonya'da genel olarak çok büyük bir Yahudi topluluğu vardı ve Holokost sırasında öldürüldüler. Özellikle Krakow'un Kazimierz semti, savaştan önce nüfusun %40'ının Yahudi olduğu bir yerdi. Savaştan sonra nasıl hissedeceğinizi hayal edebiliyor musunuz? Tanıdığınız insanların %40'ı artık yok. Sanki bir uzvunuz kesilmiş gibi. Krakow'a baktığımda bununla ilgili bir şeyler yapmak istediğimi biliyordum.

Yahudi Kültür Festivali’nde olduğu gibi sonrasında başka festivallerde de işbirlikleri yaptım. İşin ilginç yanı, Türkiye’ye geldiğimde de müzik araştırmaları ve derlemelerden önce yaptığım ilk iş yine bir festivalde oldu. Arkadaşımın düzenlediği ve Akdeniz şehirleri arasındaki bağa odaklanan Sound Ports festivalinde görev almıştım.

O festival ne kadar sürdü?

İki yıl birlikte çalıştık. Küratörlük gibi bir destek sunmuştum. Şimdiye dek anlattıklarım şunu gösteriyor aslında, her şey birbirine bağlı. Bu yüzden deneyimlediğimiz her anı önemsiyorum. Çünkü şu anda içinde bulunduğumuz durum, gelecekte de yansımasını bulacak. Bu yüzden yaşadığımız her anı gerçekten değerlendirmeliyiz. 

Sen de Türkiye’ye yeniden geldikten sonra yaşanan anları özellikle derleme çalışmalarına odaklanarak değerlendirmeye çalıştın değil mi?

Evet, o dönemki hedefim daha fazla araştırma yapmaktı. Doğrudan eski plak şirketlerine gitmeyi planladım, çünkü derlemelerde kullanacağım müziklerin hakları için bir noktada onlarla bağ kurmam gerekecekti.

Önce çok ünlü bir kaset yapımcısı olan Uzelli'ye gittim. Onlar, daha çok ilgi duyduğum plak dünyasında çok ünlü değillerdi ve şirket hakkında fazla bir şey bilmiyordum. Ancak bir kişi, kataloglarında çok fazla müzik olduğu için oraya gidip görüşmemi söyledi. Uzelli’ye Gülcan Opel’i sorduğum an, benim için çok önemli bir andı. Türk halk müziğinden gelen Gülcan Opel, Arif Sağ'la da işbirliği yapmış ve sesi çok güzel bir sanatçı. “Yaz Dostum” şarkısını Barış Manço’dan biliyordum, sonra Gülcan Opel versiyonunu keşfettim ve bu versiyon Uzelli’nin kataloğundaydı.

Görüşmeye gitmeden önce Türkiye’deki kadın müzisyenleri keşfetmek istediğimi söylemem onların ilgisini çekmişti. Ama özellikle Gülcan Opel’i sorunca, oradaki yetkili, “Bu şarkıyı bana hiç kimse sormadı, soran ilk kişi sensin. Genellikle kataloğumuzu paylaşmak istemiyorum ama sen sadece babamın bildiği bir müzik hakkında soru soruyorsun. Lütfen tanışalım.” dedi. Babası, Uzelli’nin kurucusu Muammer Uzelli’ydi ve 70’ler ile 80’lerde birçok albümün yapımcılığını üstlenmişti.

“Hazırlamak istediğim derlemedeki şarkıları lisanslamak istiyorum." dedim. Bana, "Sana bu konuda yardımcı olamam ama birlikte çalışalım. Uzelli'nin kataloğuna erişim sağlayabilir, araştırma yapabilirsin.” diye cevap verdi. Bu benim için bir dönüm noktasıydı. Sonrasında yollarımız ayrıldı ama hakkını teslim etmem gerekir; çünkü bana kataloğu ve arşivi açtığında, dinlemem için 3000 albüm vardı. Arşivde her türden Türk müziği mevcuttu: Dini müzik, protest müzik, çocuk müziği, politik olanlar, saykodelik, pop, arabesk... Bunların hepsini dinledim. Türk müziğini daha derinden keşfetmek için en iyi okuldu.

Bu sürecin sonunda "Uzelli Psychedelic Anadolu” adlı derlemeyi yayınladık. Bu derlemeyi, Türk saykodelik müziğinin ne olduğuna dair yaygın fikre bir yanıt olarak yaptım. Yaygın kanı, 1980 darbesiyle birlikte bu türün Türkiye’de bittiği yönündeydi. Ben ise bu fikre karşı, darbe sonrası bile türün yankılarının prodüksiyon, kayıt ve enstrümantasyon tarzlarında hâlâ devam ettiğini göstermek istedim. Bu yüzden derleme 1973'ten başlıyor ve 1984’te bitiyor.

Yankılar açısından düşününce, bugün dünyaya baktığımızda, Khruangbin örneğinde olduğu gibi Türk saykodelik müziğinden ilham alan gruplar da görüyoruz. İlk derlemenin ardından, doğrudan “Ladies On Records” projesine mi odaklandın?

“Ladies On Records” projesi üzerinde çalışmaya başlamıştım. Süreç; plaklarla yapılan yolculuklar, yeni keşifler ve müzik söyleşileri gibi farklı boyutlarda ilerliyordu. Ama hayalim tabii ki bu proje kapsamında bir derleme yayınlamaktı.

Bunu Uzelli ile yapmayı planlarken yollarımız ayrıldı ve sonrasında Sony Music Türkiye'den bir teklif aldım. Beni arayıp, "Çok ilginç bir derleme yapmışsın. Bizim için de bir şey yapmanı istiyoruz. Bazı Türk plak şirketlerinin katalogları bizde, bakmak ister misin? İstediğini yapabilirsin," dediler. Bunun bir kadın müzisyenler derlemesi olmasına dair planımı da kabul ettiler. Böylece "Turkish Ladies" derlemesi doğmuş oldu.

Bu derleme için Sony Music Türkiye sayesinde Türküola, Şah Plak ve Elenor Plak gibi şirketlerin arşivlerine ulaşabildim.

“Benim için derleme çalışması, sadece müzik aramak değil, aynı zamanda onların arkasındaki hikâyeleri de aramak demek.”

“Ladies On Records” kapsamında sadece “Intimacy of Longing” ve “Drop of Lock” derlemelerini/çalışmalarını biliyordum. 

Onlar daha sonra geldi. “Turkish Ladies”in yılı 2017'ydi. O derlemeden sonra “Tamam, bitirdim, geri dönebilirim.” diye düşünürken, sanki Türkiye bana “Dinle bak, bu da ilginç!" diyordu ve ben de kalmaya devam ettim

O yıllarda İran’a yolculuk da yaptın mı?

Hayır. Ama “Ladies On Records” kapsamında “Turkish Ladies” derlemesini hazırlarken çok seyahat ediyordum. Bir yandan da çok fazla DJ'lik yapmaya başladım, çoğunlukla sadece plak çalıyordum. Türkiye'den kadın müzisyenleri dünyanın farklı köşelerine taşıyordum. Tunus'a, Londra'ya, Fransa’da birçok farklı yere ve Berlin'e seyahat ettim.

Ve sadece Türkçe şarkılar çalıyordun?

Evet, çoğunlukla. Bir nevi Türk müziği elçisine dönüşmüştüm. Plaktan çaldıklarımın %90’ı Türk müziğiydi ve çoğunlukla kadın müzisyenlere aitti. Farklı müzik türlerini de gerçekten severken, bir noktada artık aynı şekilde devam edemeyeceğimi anladım. O yüzden şu anda durum değişmiş hâlde, setlerimde eskiye göre daha az Türkçe ve Türkiye’den kadın müzisyenlere yer veriyorum.

Türkiye, “dinle bak, bu da ilginç” deyip de kalma konusunda seni ikna ettikten sonra “Intimacy of Longing” ve “Drop of Luck” derlemeleri geliyor. O süreçler nasıl ilerledi?

Benim için derleme çalışması, sadece müzik aramak değil, aynı zamanda onların arkasındaki hikâyeleri de aramak demek. Her derlemede yer verdiğim kapsamlı notlar ve aktardığım hikâyeler… En çok sevdiğim şey onlar üzerine çalışmak. Sanatçıların, müzisyenlerin yanı sıra tarihçilerle ve farklı alanlardan insanlarla da iletişim halinde olmaya çabalıyorum. Bir yabancı olarak burada gördüklerimin, duyduklarımın doğruluğundan daha fazla emin olabilmek için bana gördüğümden çok daha fazlasını verecek insanları bulmam gerekiyor.

📸: Gazete Kadıköy

Albüm kapaklarının içlerinde, kartonetlerde yer alan notlar, aktarılan hikâyeler ve bilgiler… Aklıma hemen Analog Africa ve Habibi Funk’tan çıkan derleme ve albümleri getiriyor.

Bunu yapmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Belki herkes o notları, bilgileri okumuyor ama toplanan ve herkesin ulaşabileceği ve asla unutmayacağı şekilde iletilen bilginin oradaki varlığı önemli. Derlemeleri yaparken pandemi başladı ve o koşullarda nasıl çalışacağımı bilemiyordum. Mevcut koşullarda plak üzerine müzik üretmenin elitist bir boyutunun olduğunu da düşünmeye başlamıştım. Herkesin bunu karşılayamamasını hesaba katınca, daha eşitlikçi olmak ve insanların araştırdığım şeylere ulaşmaları için onlara daha fazla şans vermek gibi konularda bir şeylerin eksik olduğunu hissettim. “Drop of Luck” projesi üzerinde çalışma süreci, hikâyeleri ve insanları keşfetmek açısından diğer derlemelerdeki sürece çok benziyordu, ama sonucu farklı oldu. Bu kez ortaya bir dijital/web derlemesi çıktı. Yine albümlerdeki kapak notlarında olduğu gibi kapsamlı metinlere yer verdik.

Bu iki proje için bulduğun kurumsal destekler oldu mu?

Evet, örneğin “Intimacy of Longing” Goethe-Institut tarafından talep edilen bir projeydi. Proje, Türkiye ile Almanya arasındaki İşgücü Antlaşması’nın yıl dönümünü anmak için hazırlanmıştı. Bu proje kapsamında, Türkiye'deki müziğin insanlarla birlikte Almanya'ya nasıl göç ettiği konusunu, yine kadın hikâyelerini odağa alarak araştırmayı önerdim ve bu teklifim kabul edildi.

Bu projeyi çok sevdim, çünkü Almanya’da yaptığım röportajlar sayesinde ilk göçmenlerden başlayarak birçok nesilden kadınla tanıştım. Onlarla buluşmak, arşiv fotoğrafları toplamak, birlikte müzik dinlemek gibi adımlar, bir yanıyla antropolojik bir çalışmanın da aşamalarıydı. Özellikle 70’li ve 80’li yıllardaki yabancı düşmanlığını ve sınıfsal konuları düşününce, göçmenlerin hayatının ne kadar zor olduğunu biliyoruz.

Hayat hikâyelerini dinlerken, onlara özlem duygusuyla başa çıkmaları için müziğin nasıl yardımcı olduğunu sordum. “Bana hikâyeni anlat ve zorlukları atlatmanda hangi müziğin yardımcı olduğunu söyle” diyordum. Onlar da mesela Ferdi Tayfur’un “Ben de Özledim” şarkısını hatırlatıyor ve “her dinlediğimde sanki buraya daha yeni gelmişim gibi hissediyordum” diyorlardı. Böylesi anlar çok değerliydi ve müziğin sadece etkileyici veya güzel olduğu için değil, hayatımızın temel bir unsuru olduğu için ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyordu.

“Intimacy of Longing” bir online proje olarak başlasa da kısa sürede büyüyerek Almanya, Türkiye ve İtalya'da sergilere dönüştü. Bu projeyi birkaç yıl önce sadece Almanya’daki Türk göçmenlerle görüşerek yapmış olmama rağmen, hâlâ çok farklı ülkelerde yankı uyandırıyor. Proje kapsamında seyahat ettiğim her yerde, “bu bizimle de ilgili” diyen ve Türk olmayan insanlarla karşılaştım. Bu durum, ele aldığım konunun evrenselliğini bana gösteriyor: bir göçmen olarak benzer hikâyelerle gelen o “gurbet” duygusu. Bu duygu çok katmanlı ve birçok farklı şart altında kendini hissettirebiliyor. Bence “gurbet", yani bir bakıma yalnızlık ve bir şeyleri kaçırma hissi, Türk halkını aşırı derecede hassas hâle getiren bir şey. Ama bu sadece Türk halkı için geçerli değil elbette. Proje kapsamında hâlâ devam eden müzik söyleşilerini yaptığımda, Portekizliler, İtalyanlar, Rumenler, Sırplar, hepsi bu duygudan etkilenmeye devam ediyor.

Brezilya müziğiyle ilgili projene geldiğimde sormayı planladığım sorulardan birisi de Brezilya, Portekiz, Cabo Verde müziklerinde yakaladığım ortak bir hisse dair olacaktı. Portekizce’de “saudade” ifadesiyle karşılanmaya çalışılan ve gurbetle, nostaljiyle de bağlarını kurabildiğim bir his. Bu doğrudan göçmen olmakla ilgili değil, ama yine benzer noktalardan hareketle çok farklı coğrafyalardan insanı bir araya getirebiliyor. Brezilya müziğine de geleceğim ama önce “Drop of Luck” hakkında da konuşalım isterim.

Drop of Luck benim ilk multimedya projemdi. Bu proje, İsrail ve Türkiye müziğinin birbirini nasıl etkilediğinin hikâyesini anlatmak için İsrail Konsolosluğu ile iş birliği içinde gerçekleştirildi.

Baştan da söylediğim gibi, benim için müzik kültürlerin bir yansımasıdır. Çok ilginç bir yer olan İsrail’de, dünyanın farklı köşelerinden gelen çok sayıda insanın bir araya gelişiyle, ülkedeki müzik sahnesi de olağanüstü bir hal alıyor. Ülke kurulurken en başta Doğu Avrupa'dan gelen Aşkenaz Yahudileri vardı. Onların yanı sıra Arap dünyasından Mizrahi Yahudileri, Türkiye'den, Yunanistan’dan ve Latin Amerika’dan gelenler derken, tüm bu grupların bir araya gelmesiyle ilginç müzikler ortaya çıkıyor.

Ülkenin 60'ların sonu ve 70'lerin başına denk gelen müzik sahnesinde, farklı tarzlar harmanlanarak gerçekten de "dünya müziği" denebilecek eserler ortaya çıkıyordu. Örneğin, ismi kulağa Arif Sağ gibi gelen :) Aris San adında Yunan kökenli bir sanatçı var. Kendisi İsrail’e geldiğinde Fas, Türkiye ve Yunanistan'dan göç etmiş sanatçıları bir araya getirmeye başlıyor ve birlikte ortaya çıkardıkları müzik olağanüstüydü.

“Drop of Luck” projesinin odağındaki konuya dönersem, İstanbul’a geldiğimde İsrail'den bildiğim birçok şarkının aslında Türkiye'deki şarkılarla aynı olduğunu fark ettim.

Buna dair en bilinen örnek Ayten Alpman’ın “Memleketim” şarkısının müziğinin aslında bir Yahudi halk şarkısı olması.

Kesinlikle. Müzikal açıdan Türkiye ile İsrail arasındaki benzerliklerin ve farklılıkların izini sürmeye karar verdiğimde, aslında bazı müzik türlerinin inşasının tarihsel ve politik boyutlarını da inceleme kararını vermiş oldum. İki ülkenin de birbirinden aldığı müzikal unsurları yakaladığım ilginç bir yolculuktu.

Mesela arabesk müzik… İbrahim Tatlıses'in kasetlerini dinleyip kendisini o müziklere yakın hisseden Mizrahi sanatçılar, duydukları sound’u alıp ona İsrail’deki yaşamın gerçekliğini yansıtan sözleri eklediler. Derken içine biraz da Fas müziği koydular. Ortaya çıkan iş harikaydı.

İzini sürmek istediğim şey işte buydu: politik sorunlara rağmen birbirimizi nasıl etkilemeye devam ettiğimiz. Her şey ilham ve etkiyle ilgili.

Herkes Brezilya müziğini sever

Aklıma DJ ve yapımcı Gia Fu geldi. Hong Kong’taki müzik sahnesine Latin müziğin etkisinin izini süren ilginç çalışmalara imza atan birisi. Müzikal etkileşim konusunda sınırların, mesafelerin ne kadar aşılabileceğini hatırlatan bir örnek o da. Ve Latin müzik demişken, artık sanırım “Dans Agogo” projesinden ve Brezilya müziğinden bahsetmenin zamanı :)

Tüm bu projeleri yaptıktan sonra, gerçekten sevdiğim müzikleri daha fazla çalmak istediğim bir noktaya geldim ve “Dans Agogo” da böylece ortaya çıktı aslında. Çok fazla DJ'lik yapmaya başlamıştım ve DJ kimliğimi tanımlamam gerektiğine karar verdim.

Çünkü “Ladies On Records”, Kornelia’nın önüne geçmeye başlamıştı. Artık bir yerlerde çalarken o projeden bağımsız düşünülemez olmuştum. Bu durum, komik anlara da sebep oluyordu. Mesela bir yere DJ’lik için tek başıma gittiğimde, "diğer kadınlar nerede?” dedikleri bile oldu. “Ladies On Records”u bir grup gibi düşünenlere, "onlar benimle, hepsi plak çantamda” demem gerekti. :)

Türk kadın müzisyenlerin dışında bir şeyler çalınca insanların beklentilerinin karşılanmadığını gördüğümde, artık bir değişiklik yapmam gerektiğini anladım.

Bu arada “Ladies On Records” projesinin ilk aşamasından itibaren hep Türkçe müziğe odaklı mı düşünüyordun?

Hayır, daha genel kapsamlı düşünmüştüm en baştan itibaren. İsmi de Polonya’dayken belirlemiştim. Mesele şu ki, hiç büyük bir planım olmadı. Her şey yolda şekillendi. Tek bildiğim şey derlemeler yapma isteğimdi.

DJ’lik alanında “Ladies On Records”tan bağımsız da düşünmem gerektiğine karar verip, çaldığım müzikleri sevdiklerim çerçevesinde çeşitlendirdiğimde, aslında nefes almış gibi hissettim. Ondan sonra tekrar Türkçe çaldığım zamanlarda bundan daha da fazla zevk alabildiğimi fark ettim.

Nefes alacak zaman veya alan yaratmak… ilişkilerden başka birçok konuya dek düşünebileceğimiz önemli bir ortak konu aslında. Peki bu süreçte Brezilya müziğini seçmek nasıl oldu?

Herkes Brezilya müziğini sever :)

Kesinlikle :) Ama o müzikle tanışman nasıl oldu?

Brezilya müziğiyle, Polonya’da üretilen müzikler sayesinde tanıştım. 70’li yıllarda Polonya'da Brezilya müziği etkileri vardı. Brezilya’daki Tropicalia hareketinin de etkisiyle caz ve pop müziğinde samba ve bossa nova unsurlarını bulabiliyordunuz. O dönem bu etkinin hissedildiği Polonya müziğinden örnekler olağanüstüdür.

Örneğin 70'lerde çok sağlam bir vokal grubu vardı; Novi Singers. Bossa nova ve samba ağırlıklı müzikler yapan vokal gruplarından biriydi ve Polonya’daki iyi aranjörlerle çalışıyorlardı. 

Sovyetler Birliği’ndeki kültür politikaları ve caz müziğe yaklaşım açısından düşününce, Polonya’da yaşanan bir takım zorluklar var mıydı?

Polonya komünist bloktaydı ama hiçbir zaman Sovyetler Birliği'nin bir parçası olmadı. Yenilikçi müzikler kimi yasaklamalarla karşılaşsa da Polonyalılar “çılgın” şeyler yapmaktan geri durmadılar. Herkese, Polonya'nın 70'lerdeki müziğini, özellikle de harika olan caz sahnesini keşfetmeyi şiddetle tavsiye ediyorum. O müziğin seslerindeki mükemmellik, taşıdığı bilgelik ve çok kültürlü füzyon etkisi olağanüstü. İşte Brezilya etkisi de böyle bir bütünün parçası.

Brezilya müziğini ilk kez dinlediğim 10 yaşımdan sonra, tabii ki yıllar içerisinde bu müzik her yerde karşıma çıktı. Festivallerde yer alırken de Guts gibi Brezilya müziğine çok meraklı insanlarla çalıştım. Bu müzik hem çok dinlenebilir, hem akıcı hem de derinlikli olduğu için setlerimde yer vermem de çok doğaldı.

Fakat bu müziğe olan ilgim, geçtiğimiz yıla kadar bir projeye dönüşmemişti. İstanbul’da yaşayan Brezilyalı arkadaşım Ana Flavia’yla tanışınca durum değişti. Ana, Sao Paulo’dan buraya yerleşen deneyimli bir elektronik müzik DJ’i ve müzik keşfi konusunda gerçek bir “digger”. Onunla konuşmalarımız sırasında, yaptıklarımızda eksik olan bir şeyler olduğunu düşünüyorduk.

İhtiyacımız olan şeye sahip olmamaktan şikâyet etmek yerine bunu kendimiz gerçekleştirmeye karar verdiğimizde şöyle dedim: "Tamam, birlikte bir şeyler yapalım. Sen Brezilyalısın, ben Polonyalıyım. Brezilya müziğini seviyorum, daha fazla öğrenmek ve anlamak istiyorum. Müzikal yaklaşımlarımızı birleştirelim ve birlikte çalışmaya başlayalım." O da, "Ben Brezilyalıyım ve sadece Brezilya müziği çalmamı mı istiyorsun?" diye sordu. "Hayır, sadece onu çalmasak da birlikte Brezilya müziğine daha derinden ve içeriden bakmak istiyorum," dedim. İşte “Dans Agogo” böyle başladı.

Bu proje bizim için “Ladies On Records” gibi bir şemsiye. Ayrıca Brezilya müziğini seven Türk DJ arkadaşımız Ahu ile de işbirliği yapıyoruz. Bu proje bizi kadınlar olarak güçlendiriyor. Proje, bir yandan birlikte öğrenip yeni müzikleri keşfettiğimiz, albüm notlarını okuduğumuz ve plaklarımızı takas ettiğimiz zamanları, diğer yandan da birlikte gerçekleştirdiğimiz DJ performanslarını kapsıyor.

Brezilya müziği de böylesi bir iş için gerçekten çok uygun.

Evet, çok davetkâr bir müzik ve davete olumlu karşılık verenlere karşı da hep misafirperver.

Göç hakkında konuşurken aklıma gelen şey Brezilya müziğinde de hissedilen “saudade” hissiydi. Melankoliyle, nostaljiyle dirsek temasındaki bu his bir yanda duruken, diğer yanda da samba ritimleri ve eğlence var. Dinleyiciyi iki uçta da aynı anda hissettirebilme açısından Balkan müziğine benzer bir durum olduğunu düşünüyorum.

Ana Flavia bir keresinde “üzgün ve Brezilyalıyım” diyerek bunu çok iyi anlatmıştı :) Brezilya’ya henüz gitmedim ama orayı da görmeyi çok istiyorum.

Bir sonraki durak: Balat'taki 55T Projesi

Belki Türkiye’den sonraki durağın orası olur.

Hâlâ yapacak bir şeyim olduğunu hissettiğim sürece Türkiye’deyim. Benim için insanlarla tanışmak, çalışmak, yaratıcı projeler yapmak çok önemli. Mesela onlardan birisi de 55T projesi. 

55T kapsamında Guts’la da bir sound talk yaptığını hatırlıyorum. O proje ortaya nasıl çıktı?

Benim için yolculuk, aldığım ilhamlarla bağlantılı ve Türkiye sıkılmanın mümkün olmadığı bir yer. Size sunabileceği yeni bir şey her zaman var ve bu açıdan İstanbul çok özel. Ne zaman başka bir yere gitmeyi düşünsem, İstanbul dikkatimi yeni bir şeye çekiyor.

Geçen yıl yazın ülkeyi terk edeceğimden emindim ama sonra kendimizi arkadaşlarımızın Balat'taki evinde bulduk. Arkadaşlarımız bu binayı satın almış ve bize birkaç yıl önce "bu evde bir şeyler yapabilirsiniz" demişlerdi, ama o dönem bunun için çok meşguldük. Geçen yıl, “artık Türkiye defterini kapatıyorum" dediğimde, erkek arkadaşım “o eve gidelim, nasıl göründüğüne bir bakalım" diye karşılık verdi.

Eski bir Rum mahallesi olan Balat'taki ev boştu, ancak kendine has bir enerjisi vardı. Eve girdiğimizde, "tamam, İstanbul bizi yine çağırıyor" dedim. Şimdi orada yaşıyoruz. Ev çok büyük ve hikâyesi çok güzel; adeta İstanbul'un özünü taşıyor. Orada yaşayan birçok insanın artık olmamasına ve tüm demografik değişikliklere rağmen ev hâlâ orada.

Eve girdiğinizde büyük bir harita görüyorsunuz; 1904'ten kalma bir fresk, bir Helen dünyası haritası. Üzerinde Yunanistan, İstanbul, İzmir, adalar ve ortada bir Galata Kulesi var. Solda da Doğu Asya'nın bir haritası yer alıyor. Bunları ilk gördüğümde dedim ki, “O yıllarda sahipleri muhtemelen tüccardı, hatta belki burası bir ofisti. Taşınıyoruz ama bu evi sadece kendimiz için saklayamayız. Duvardaki ‘Kalbimiz İstanbul'da ama biz birçok farklı yere yolculuktayız’ mesajını paylaşmalıyız.”

Bu yüzden orada projeler yapmaya karar verdik ve adını 55T olarak seçtik.

Bir otobüs hattı gibi geliyor kulağa.

Evet, gerçekten de öyle. 55T, Taksim'den Gaziosmanpaşa'ya Balat üzerinden giden otobüs hattı. Projeye isim ararken, "Tamam, bizi dünyayla bağlayan şeyi bulalım," dedim ve bu hattı isim olarak seçtik. Çok komik, çünkü etkinlikler için davetiye gönderince insanlar "Balat'a nasıl gelebilirim?" diye soruyorlar ve biz de "55T," diyoruz. :)

Burada müzik söyleşileri ve daha birçok farklı kapsamda buluşma gerçekleştiriyoruz.

Hepsi kapalı etkinlik mi?

Bir nevi kapalı etkinlik diyebilirim, çünkü burası aynı zamanda bir ev. Bizim davet ettiğimiz ilginç insanları bir araya getiriyoruz. Müzik söyleşilerinin yanı sıra gazetecilerin politik durumlar hakkında konuştuğu buluşmalar, özel konseptli akşam yemekleri, küçük konserler ve DJ setleri yapıyoruz.

Aynı zamanda tüm evin bir sergi alanına dönüştüğü sergiler de düzenliyoruz. Örneğin, Ortadoğu'daki Ermeni diasporası hakkındaki projesiyle çok iyi bir fotoğrafçının bir sergisi oldu. Diğer yandan, bir gazetecinin gözünden Suriye ve Filistin’deki durum hakkında bir konuşma da gerçekleştirdik.

Dışarıya daha açık olan etkinlikler de planlıyor musun?

Olabilir tabi. Ama söylediğim gibi, burası bir ev ve evinize kimin geldiğini gerçekten bilmeniz gerekiyor. Ayrıca lokasyona çok saygı duymalıyız. Balat muhafazakar bir mahalle. Bir yandan o topluluğun da bir parçası olmak ve onlara yanlış bir şey yapmayacağımızı hissettiklerini bilmek önemli.

Belki tüm bu süreç yereldeki insanlarda da bazı değişimlere sebep olabilir.

Yabancılara yönelik algılarını etkileyeceğini düşünüyorum. Çünkü saygılı olmaya çalışıyoruz. Onların bizimle rahat hissetmelerini de seviyorum.

Bu arada 55T’den bahsetmeye başlarken Guts’ı anmıştım. Onunla gerçekleşen sound talk nasıldı? 

Daha önce Guts’la birlikte çalmıştık ve iyi arkadaşız. Babylon'daki bir konseri için İstanbul'a geldiğinde ben de yanındaydım ve bir müzik söyleşisi yapmayı önerdim, o da kabul etti. Onunla ortak işler yapmak her zaman büyük mutluluk.

Sonra Analog Africa'dan Volkan da geldi ve onunla da bir müzik söyleşisi gerçekleştirdik. Ayrıca, 70'lerden Türk müzikleri, Doğu Avrupa müziği ve Polonya müziğindeki Brezilya etkileri hakkında derlemeler yapan çok ilginç bir Polonyalı “digger” konuğumuz da oldu.

Alternatif projeler için böyle alternatif bir mekânın olması çok değerli. Peki “Ladies On Records” kapsamında olası yeni işler var mı?

Proje kapsamında hâlâ müzik söyleşilerine devam ediyorum. Belki yeni şeyler de gelebilir elbette.

Son dönemde daha çok projeden bağımsız bir şekilde, Kornelia olarak setlerimi çaldığımı söyleyebilirim. Avrupa'da çok fazla performans sergiliyorum.

Müziğin yaşamla kurduğu bağa dair tüm konuşmalarımızı düşününce, “Aşk, Mark ve Ölüm” belgeselini izledin mi diye geçti aklımdan. Onu sormuş olayım.

Elbette izledim ve çok beğendim. Cem Kaya çok zeki, çok iyi birisi. Yeşilçam hakkındaki önceki filmini de izledim, o da muhteşem. Gerçekten çok derin araştırma yaptığını hissediyorsunuz.

Yine müzikle kurduğun bağ kapsamında belgesel gibi farklı formatlarda işler yapmayı da düşünüyor musun?

Belgesel çekimleri için bana gelen çok insan oldu. Şimdiye kadar sadece röportajlar verdim. Bu işi kendi başınıza yapmak içinse çok fazla zamanınız, paranız olmalı ve ayrıca profesyonel olmalısınız. Ben o noktada değilim.

Anlatacak bir hikâyem var ve kendimi çok şanslı hissediyorum. Anlatmak için seçtiğim yol kolay değil ama hayatımda yaptığım en iyi şeylerden biri de bu. Çünkü bu yolda her şeyin bir anlamı var; her buluşmanın, her kararın. Şu ana dek yaptıklarımın birikerek beni bugüne getirmesinden çok mutluyum. Her şeyin nasıl birbiriyle bağlantılı olduğunu görebiliyorum.

İşte şimdi buradayız ve aynı bakış açısıyla düşününce bu röportajı yapmak da çok anlamlı benim için. Zaman ayırdığın için teşekkür ederim.

Komentarze


bottom of page